Kelhanım’ın Kar Taneleri ile Ateş Böcekleri



Kaynar süt dolu bardağı indirdiğinde bembeyaz kaymak dudaklarında kalıyor. Fark etti mi, bilmiyorum. Sözünü kesecek değil. “Yaz sonu ortadan kaybolmayan ateşböceği, kışın karlar arasında karışıp sokak lambası altında dans ediyor,” diyor. Bugünün konusu da böylelikle belirleniyor. Dilinin ucuyla üst dudağını sıyırır şimdi. Sırtı odaya dönük. Süt kaymağıyla ağzı arasındaki münasebeti camdaki yansımadan seyrediyoruz.
Yaşı kırk sekiz. Saçları yok. On beş sene önce evde çıkan yangında yanmış. Saçları köklerine kadar yandığı için mi aklı gitmiş, bilinmez. Nitekim aklı yok. Yeri gelmişken, kocası da yok. Kaçmış. Aramızda seslendiğimiz adıyla Kelhanım, kocası için, “Kaçtı düdük, saçlarımmış meğer yanımda tutan,” der. Her akşam bu saatlerde kar taneleri ile ateş böceklerinin hikâyesini yazıyor. Hafızasındaki tüm tırnak izlerini tek tek kaşıyor. Bir yandan da sesli okuyor. Kelhanım, mavi pantolonunun içine sıkıştırdığı beyaz gömleğini yakasına kadar iliklediğinden rahat nefes alamıyor. Sütünü de kolayca yutamıyor. Yüzünü bize çoğu zaman dönmüyor. Üstünü hiç değiştirmiyor. Yerinden nadiren kalkıyor. Biz komşuları olarak akşamları yanında oturur, başı omzuna düşer düşmez olduğu yere yatırınca da civciv sürüsüne taş atılmışçasına dağılırız. Pantolon cepleri hep şişkin duruyor.
Saat geç olmadan oğlanı aramamızı istiyor. “Böyle geç kalmazdı,” diyor. Üç evlat sahibi olup yurt dışına göç edeli kaç sene geçti. “Geldi de yattı bile Kelhanım,” demekten başka ne çare? Bunu öğrenir öğrenmez ışıkları söndürtüyor. Günün üçüncü bardak sütünün son yudumunu sesli bir yutkunmayla mideye indirince yanındaki sehpanın çekmecesinden yarısı yazılmış son hikâyeyi çıkarıyor. İlk yarısını okumaya niyetli. Hafifçe doğruluyor. Üzerinde oturduğu koltuğu kollarından tutarak bize doğru dönüyor. Uçuşan elbisesinin altındaki sarkık, çıplak bacaklarını koltuğa yeniden yapıştırınca derinin nasıl yayıldığını görüyoruz. Kelhanım’ın fizik kanunlarına yeni düşmüş derisi ve mor elbisesi. Kar taneleri ile ateş böceklerinin son macerasını dinlemek için kendimizi düzeltiyoruz. Herkes bardağındaki içeceği sonuna dek yetecek mi diye kontrol ediyor. Kelhanım’ın umurunda değil.
Kelhanım birkaç kez öksürüyor. Ses telleri uyanıyor. Hikâye başlıyor.


* * *
Zaman ellerimin arasında kar tanesi gibi eriyip gitti sanırken,
Ellerimin arasında kayıp giden gerçekten kar tanesiymiş,
Ellerimi ateşten sanırken,
Ellerimi sarıya boyayan sadece sokak lambasıymış,
İnce kollarını tiyatral şekilde boşlukta savurarak tiratlarını söyleyen ateş böceği, gözlerini kapatmış, kendini oyununa kaptırmış. Titreyen bacakları heyecana yenik düştü sanırmış. Oysaki yazdan kalma günler kışları sağ kalırmış ama yazdan kalma böcekler karlı havalara zor dayanırmış. Sokak lambasının tepesine konmuş, eski günlere özleminden dertli dertli sözler söylerken kar tanelerinden birkaçının yakındaki çatıda kıs kıs güldüklerini fark etmiş. Birisi elleriyle karnını tutuyor, diğeri bir eliyle onu işaret ederken, diğer eliyle gözlerinin yaşını siliyormuş. Katılarak yere düşen kar tanelerinden bazıları eğimde yuvarlanıp su borularına düşmüş. Biriken suda eriyivermiş. Ateş böceği ailesinin arasında, sokak ışıklarının altında geçen müzikli, danslı yaz günlerini ararken, kendileri soğuk, şakaları daha soğuk bu tanecikler nereden çıkmış? Dertlenip yeni dörtlüğü fırtınayla savrulan tipiler arasına salmış:
Hindistan, Bağdat, Kınalı Ada,
Görmedi böyle yaygara,
Gülerseniz bir dertlinin hâline...
Göğsünde kavuşturduğu yumruklarını çözüp kafiyeli bir dize bulmaya çalışmış. Tam utanıp sıkılacak, belki özür dileyecek kar taneleri karşısında yükselip uçacakken, gözden kaybolmak için kendini aşağı bırakırvermiş. Yere düşerken aklına gelen son dizeyi bağırabildiği kadar bağırmış:
“İşte böyle gözden düşersiniz kar taneleri!”
* * *
Kelhanım hikâyede burada kaldığını belli etmek için başını kaldırıp gözlerimize bakıyor. Islak gözleri mana arıyor. Beğenmezlik, memnuniyetsizlik ya da huzursuzluk. Dudaklarımızı hayranlıkla büküp başımızı anlamlı şekilde salladığımızda yazmaya devam etmiyor. “Yalanınıza kuş pislesin,” deyip yeniden sırtını dönüyor. Bu yüzden, ben gözlerimi kaçırıp başımı iki yana sallıyorum. Yanımdaki bukleli hanım alaycı bakarak dil çıkarıyor. Yasaklı sözcüğü kullanası tutuyor. “Kelhanım, yangını siz çıkarmışsınız, doğru mu?” diyor. Bakışlar çarpışıyor. Bukleli hanımın bakışları Kelhanım’ınkilerin karşısında eriyip yok oluyor. Aniden kızaran yüzler, oturduğu yerde toparlanan bedenler ve sessizlik. Dünyadan çıt çıkmıyor. Alt komşu ise bir eliyle eteğini havalandırırken diğeriyle yelpazesini sallıyor. Kışın ortasında. Öyle sıkıldım, hararet bastı demeye çalışıyor. Kelhanım’a bir haller oluyor.
Bıraktığı boş bardağı alıp bana uzatıyor. Süt kaynatmaya gidiyorum. Mutfak cezveden geçilmiyor. Hepsi süt yanığı izi. El yakan bardağı yanına indirip yerime geçtiğimde Kelhanım yazmaya devam ediyor. Bir yandan da okuyor.
* * *
Ateş böceği, onlarca kar tanesinin üstünde. Ayıldığında başını çarpıp bayıldığını sanmış. Ama yola serilmiş kar tanelerinin şahitlik ettiği üzere, ateş böceği daha yere inmeden havada bayılmış bile. Korkudan. Mevsimsiz uçuştan. Ama asla düşüşten değil.
Havaya rağmen yollar kalabalık. Kışın ortasında gökyüzünden bir tane ateş böceği düştüğünü gören ilk insan, artık nasıl tanımışsa çığlık çığlığa koşarak haberi yaymış. Çatının üstündeki hınzır kar tanelerinden henüz erimeyenler aşağı sarkıp ateş böceğini görmek istiyor. Böcek lambanın altında olmadıkça sarı sarı parlamıyor. Birbiri üstüne atılan adımlar arasında görünmüyor. Üzerine gelen ayaklardan yuvarlanarak kaçıyor. Sokak lambasının üstünde tirat atmaya benzemiyor.
Simsiyah göğün altındaki bembeyaz yollar üzerinde gördüğü karartıya atlayan çocuklar, adımlarını yarıştıran yetişkinler… Sokak lambasının altında birbirine çarpıp yol değiştiren kar tanelerinin gözleri ateş böceğini arıyor.
Ateş böceği artık görünmüyor.
* * *
            Bu akşam Kelhanım’da bir titreme var. Ellerini koltuğun kollarına indirmiş, sürekli titriyorlar. Ayaklarını uzatıp birbirinin üzerine atmış, titremelerinin farkında olacak ki, geri çekip koltukla yer arasındaki boşluğa sıkıştırmaya çalışıyor. Hikâyeye ara verdiğinde herkes başka yere bakıyor. Bukleli hanım avizelerin tozunu almayı düşlüyor. Yelpazeli hanım Kelhanım’ı saçlı hayal ediyor. Ben şiddetli bir depremin sarstığı gibi sarsılan vücuda şaşıyorum.
            Kelhanım derin nefes alarak söze başlayacak gibi olduktan sonra öksürüğe tutuluyor. Uzuvları yetmezmiş gibi, ciğerleri, boğazı da şimdi zangır zangır. Üç kadın üç yana kaçıyoruz. Gırtlağına birikmiş ne kadar tükürük varsa üstümüze saçıyor. Sütünden bir yudum alıp sakinleşiyor. Eğilip bardağın üzerine bakıyorum. Kelhanım kaymağı da yutuyor. Hikâyeyi bu akşam bitirmeye kararlı. Hızlı hızlı sallanmaya ve kelimeleri bağırmaya başlıyor. Devam eden cümlelerin bir önceki hikâyeye ait olduğuna hikâyenin kendisi bile inanmıyor. Okuyacaklarınızı içinizden dahi olsa en yüksek perdeden okuyabilirsiniz. Kelhanım öyle yapıyor.
* * *
Sonra yaz gelmiş. Hatta bir bahar gecesiymiş. Sonbahar da gelmiş. Birlikte oturuyorlarmış. Kış gelmemiş. Çağırmamışlar çünkü. Kışta su varmış. Söndürürmüş. Ağaçlı bahçenin tam ortasındaki iki katlı, sarı boyalı duvarlar arasındaki şen kahkahalar, pencerenin biraz ötesindeki lambanın altında reverans yapan ateş böceklerinin cilvesine atılıyormuş.
Ben yapmadım.
Sarı ev turuncuya bürünmüş. Ocakta yemek mi varmış? Sobanın bacası mı tıkanmış? Ufaklık kibrit çöpünü art arda parkeye mi sürtmüş? El feneri yere düşmüş. Mutfak perdesi ılık esintide içeri doğru uçuşup tencereyi kaynatan harlı ateşe kapılmış. Saçlarım.
Ben yapmadım.
Ateş böceklerini izleyen neşeli aile bahçeye çıkmak istemiş. Evin oğlu, köpeği kuyruğundan çeke çeke dış kapıya kadar götürmüş. Baba, yazı, ilkbaharı ve sonbaharı da çağırarak bahçeye çıkmış. Biri içeride kalmış. Benmişim. Duman boş kalan evi doldurmak istemiş. Beyaz duvarlara turuncu alev yansımış.
Ateş böcekleriyle ilgili uydurulan güzel masallar anlatılmış. Çocuk ateş böcekleriyle kar tanelerinin farkını sormuş. Baba, “Kış burada olsaydı sorar öğrenirdik,” demiş. Ondan kurtulmak için. Kimse beni düşünmemiş.
Mutfaktan başlamış. Salona taşmış. Yatak odalarına hızla yayılmış. Kaçacak yer mi varmış? Belime değen saçlarım, koşarken ardımda savrulmuş. Yangın dişlerini saçlarıma geçirmiş. Kolay kolay da bırakmamış. Başımın üstünde bir alev topuyla kendimi cama fırlatmışım. Cam kırılmış. Ateş böcekleriyle kar tanelerinin konuşulduğu anın tam ortasına, yanarak düşmüşüm. Canımı çıkarırcasına derime diş geçiren, soluğuma hücum eden alevi nemli toprağa basa basa söndürmüşüm.
Ben yapmadım.
Bir daha yüzüme bakılmamış. Saçlarım bir daha çıkmamış. Baba gitmiş. Koca gitmiş.
Yangını ateş böcekleri çıkarmış. O gün kış da gelseymiş kar taneleri alevleri söndürürmüş.
* * *
Kelhanım son cümleyi söylerken halıya kapaklanmış yeri yumrukluyor. Kel başını kaldırıp indirdikçe kelimeler ağzında belirip kayboluyor. Öyle hızlı hareket ediyor ki, mavi pantolonunun ceplerindeki gizler etrafa saçılmakta bir engel görmüyor. Ölü böcekler, küçücük, bir üflemelik canı olan böcekler Kelhanım’ın cebinden çıkıyor.
Oracıkta uyuyor. Belki kendinden geçiyor. Hikâye bittiğinde kenetlenmiş gözlerimizi ondan ayırabiliyoruz. Diğerlerine bakıyorum. Yelpazesini yüzüne örtmüş hanım koltuğa yayılmış. Bacaklarını aralamış. İnce, sarı bir sıvı koltuktan damlıyor. Bukleli hanım oturduğu koltuğu kendine siper etmiş. Zamanı geri almak, soruyu soran ağzına dikiş atmak istiyor. Taş atılmış civcivleri unutup avlanan yırtıcı kuşlar gibi yere çakılıyoruz.
Evlerimize dönme vakti geliyor.

Yorumlar

Popüler Yayınlar