Endişeni Dolabın Altına Sakla, Geliyorlar
İçinde donakaldığın fotoğrafı asfalta
yapışmak üzereyken bulmuştum. İstifçi tarafım gevşek sırıtmasıyla durduk yere
beni dürtmeye başladı. Önce susturabildim. Lakin daha sonra, özellikle sen de fotoğrafın
orta yerinde bir şey umar gibi gözlerime bakmaya başladığında, istifçi omzuma
çıktı. Orada tepiniyordu. Bacaklarını sallıyordu. Fotoğrafı yerden al, al, al,
almayan kişner, gibi şeyler demeye başladı. Olmadık yerlerde, beklenmedik
taraflarımın ortaya çıkıp bana bir şeyler yaptırması sık rastlanır bir durumdu.
Her seferinde isteklerine bir karşılık bulduğum bu taraflarımdan istifçi
olanının hiçbir dediği makul gelmemişti. Nitekim çizgisini bozmadı.
Fotoğraf çok kalabalıktı. Kimin,
fotoğraftaki hangi insandan nefret ederek, hatta yüzüne tükürerek onu sokağın
ortasına attığını bilmiyordum. Bu şekilde, sahibi tarafından sonsuzluğa
uğurlanmış kimsesiz fotoğraflara da ilgim yoktu. Hayır, almak istemiyordum.
Kesinlikle arka cebime sıkıştırıp dik yokuş boyunca eve taşımayacaktım. Daha
sonra evin en işlek noktasında, göz hizasına yerleştirmeyecektim onu.
Kararlıydım. Benden daha kararlı olan istifçi, elleriyle sırasıyla gözlerimi,
kulaklarımı ve ağzımı kapatıp en masum bakışını attı.
Görmedim. Duymadım. Bilmiyorum.
Eğilip fotoğrafı aldım. Ağırdı.
Tozluydu. Elimi fotoğrafın üstünde gezdirdim. Rengi açıldı. Yine de eski bir
kare olmasından ötürü kahverengi tonlarında ve sert bir yapıdaydı.
Parmaklarımla tozları sildikçe karedeki insanlardan birkaçının da silindiğini
gördüm. Tedirginlikle etrafına bakan kadınları fark ettim. Kafamın içi
çalkalanan bir suluk kadar hareketliydi. Dehşet anlarında eriyik lavları orada
hissederdim. İstifçiyi düşündüm. Fotoğrafı elime tutuşturan şeytan icadını. Bir
köşeden çıkıp göz yanılgıma ortak olmalıydı.
Silindiler. Tek tek. Eve koşmaya
başladım. Bir yandan fotoğrafa bakıyordum. Üç kere düştüm. Birkaç kişinin
omzuna çarptım. İstemeden bir adamın kucağında buldum kendimi. Fotoğrafın
içinde birbirlerinin kulağına fısıldayıp bana bakan insanların arasında
elindeki kâğıtlara notlar alırken kimsenin onları görmediğini fark eden ukala
beyaz önlüklüleri tespit ettim. Beni izliyorlardı. Beni inceliyorlardı.
Korktukları belliydi ama hiçbiri saklanmıyordu. Kimileri bunu nasıl beceriyordu?
Ben korktuğumda aklımdaki arası açık penceremden içeri tüylü örümcekler
tırmanıyor. Sayamadığım kadar çok bacakları olan başka böcekler de onlara eşlik
ediyor. Hepsi göğüs kafesime yerleşiyor. Orada durmaksızın kıpırdıyorlar.
Fotoğrafta kalabalığın arkasında bir
leke gibi görünen kapıdan insanlar girip çıkmaya devam ediyordu. Benimle işi
bitenler silindikçe yenileri geliyordu. Boş sandalyelere rastgele
oturuyorlardı. Fotoğrafı neden gelişigüzel bir yere atmamıştım? Denediğimi
inkâr edemem. Kaldırım taşına bıraktım. Aklıma yatmasa da fotoğrafın içinde
canlılar olduğu için yukarıdan bırakmaya ya da buruşturup fırlatmaya cesaret
edememiştim. Bıraktığım kaldırımdan söylenmeler yükselince durup dinledim. Bu
da korktu, diyordu biri, yanındakini dirseğiyle dürterek. “Peh, kalıbına bakan
da ne zanneder,” dedi diğeri. Bir bacağını öteki bacağının üstüne öyle bir attı
ki, sol kalçası yüksek tavana bakar oldu. Bu defa istifçiye gerek kalmadan geri
aldım fotoğrafı.
Yükselen sesleri ellerimin arasına
sıkıştırdım. Kendi elimi tutarak yürüyordum. Bunu bir tek gereğinden fazla
sessiz gecelerde, yorgana dahi çaktırmadan yapıyordum. Söylenmeler boğulur gibi
çıkan seslere dönüştü. Eve çok az kalmıştı. Merdivenler. Hem alttan hem üstten
kilitli kapı.
Ev.
Geniş girişi geçip pencerenin gördüğü en
güzel manzarayı, iki ağacı, seyredebildiğim odaya geçtim. Fotoğrafı duvara,
sıkça oturduğum koltuğa göre göz hizama yapıştırdım. Tüm odaya sırtım dönüktü.
Fotoğrafa önce yakından baktım. Bir başka fotoğrafla karıştırmış olmalıydım. Az
önce orada gördüğüm hiç kimse yerinde yoktu. Eşyaların da yerleri değişmişti.
Not alan dört beyaz önlüklü, kısa boylu ikiz kadınlar, tek kollu ve tek bacaklı. Hiçbiri. Başkaları vardı. Kamburlu
birileri. Otomattan kahve alan genç oğlan, yere boylu boyunca uzanmış
hemcinsine gülümsüyordu. Fazlasıyla içten ve davetkâr. Demir rafların altında
bir çocuk dimdik duran vücudunu duvara yapıştırmıştı. Dadısı olduğunu
düşündüğüm, siyah jile etek ile beyaz gömleğine uyumlu rugan çizmeleriyle bir
kadın tebeşirle duvarda, çocuğun başının ulaştığı son noktayı boyuyordu. Biri
albümünü sokağa saçmış olmalıydı. Bir tek kapı aynıydı. Üzerinde parmaklarımı
gezdirdikçe silinen insanların yerlerini başka insanlarla dolduran kapı.
Pencereye yönelip eve geldiğim yolda hiç fotoğraftan birilerini düşürmüş müyüm
diye bakacaktım. Arkamı döndüm.
Evdeydiler. Fotoğrafta eksik olan kim
varsa.
Cezasına razı suçlular gibi çıt
çıkarmadan oturuyorlardı. Kısa boylu ikizlerin arkasında not alan beyaz
önlüklüler ayaklarıma bakıyorlardı. Ayakkabılarımı çıkarınca ortaya çıkan
birbirinden farklı, mavi ve yeşil çoraplar dikkatlerini çekmişti.
Toplam sekiz kişi. İkizler, dört beyaz
önlüklü, tek kollu ve tek bacaklı.
Korku üst katın banyosundan damlayan
kirli suyun kokusuyla içime damlıyordu. Fotoğrafa tekrar baktım. Boyunu ölçen
çocuk ve dadısını fotoğraftaki kapıdan çıkarken yakaladım. Arkamda, gittikçe
kalabalıklaşan odada bir kıpırdanma, çocuk sehpanın üzerindeki vazoyu indirip
kendine yer açıyor. Dadısı çocuğu koltuk altlarından kaldırıp sehpaya
oturtuyor. Elini çocuğun omzuna atıp bir yandan onu kontrol ederken diğer
yandan odadaki yaygın sessizliğe ve ifadesizliğe katılıyor. On oldular. Çocuk
ve dadıyla.
Bir süre nefes dahi almadım. Uyuşan
bedenime mukayyet olamıyordum. Elimi tutunacak bir dayanak arayarak boşlukta
gezdirdim. Kitaplığı yakaladım.
“Şimdi burası da örümcek yuvalarına
benzedi,” dedi beyaz önlüklülerden biri. Sonra yanındaki diğer önlüklünün
kulağına eğilerek, “Korkunun içine yuva yaptığı o yuvalara,” dedi.
Biliyorlardı. Bana ne yapabileceklerini biliyorlardı. Korkumun farkındalardı.
“Hatta şimdi pencereni biraz daha
aralayabiliriz, geliyorlar,” dedi kısa boylu ikizlerden bir diğerinin aynısı
olanı.
Fotoğrafa döndüm. Demir raflardaki
kitapları karıştıran yirmili yaşlarında biri. Kucağındaki incecik beyaz bir
ipin çevrelediği iri bir örümceğin sırtını işaret parmağıyla seviyordu. Arada
sırada örümceği yere indiriyordu. Tasmasının
uzadığı ölçüde uzaklaşmasına izin veriyordu. O da yüzünü bana döndü.
Gözlerinden birinin yerinde su yeşili bir sonsuzluk vardı. Görebilen tek
gözünün bakışıyla insanın zihnini kırbaçlayabiliyorsa, diğer gözünün eksikliği
hissetmiyordur, diye düşündüm. Kapıdan fotoğrafa giren bir başka kadının
suratındaki yarayı gördüm. Alnının ortasından çenesinin altına kadar inen derin
bir yarık. Tekrar arkamı döndüğümde elinde otomat kahvesiyle genç oğlan,
halımın üstünde sere serpe uzanan diğer gence bakıyordu.
Gözümü kırptım. Haber değeri olmayan bu
eylemim eve bir başka fotoğraf sakinini daha getirmeseydi gözümü kırptığımı
katiyen belirtmezdim.
“Endişeni dolabın altına sakla,
geliyorlar,” dedi sehpanın üzerindeki çocuk, “ayrıca, bence sen de saklan.”
Duvardan yükselen bir gümbürtü duyuldu. Bir çekicin ısrarlara rağmen duvarı
delmeyen bir vidaya karşı savaşının sesleriydi. Aksi olan, hiçbir şey duvara
girmeye çalışmıyordu. Duvara asılı fotoğraftaki örümcek terbiyecisi ile yarık
surat fotoğrafın önündeki görünmez engeli pençeleriyle delmeye çalışıyorlardı.
Duvardan yükselen boyaları söktüğünü
gördüm. Arkamda bir sürü insan vardı. Sızı dolu bir koku kalabalığın arasından
yükselerek tavana çarpıp daha da hızlanarak tepeme yıkılıyordu. Ezgili
çığlıklar duyulmaya başladı. Gregorio
Allegri-Miserere’deki gibiydi. Bir yas töreninden gelen ölü yakarışlarına
benziyordu. Yardım çağrısıyla öfke karışıktı. Kulak asmamaya çalıştım. İkizler
yanıma gelmişlerdi. Beni duvara doğru itiyorlardı.
“Çıkar endişeni,”
dedi dadı. Buyurgan sesini mesleğine verdim.
Fotoğraftaki kapıdan
çıkıp gitmek istiyordum. Fotoğrafın büyüdüğünü gördüm. Duvarda genişliyordu.
Yaralı yüzlü kadın elleriyle iki yanından çekiştiriyordu fotoğrafı. Sığmaya
çalışıyordu. Oradaki kapıdan siyah gövdeli, kocaman başlı, iri ayaklarının
üzerindeki damarlarla çevrili bacaklarıyla biri girdi. Kalıba vurulmuş demir
yığını kadar ağır görünüyordu. Kafasında bir miğfer gördüm. Tam karşıdan,
hiçbir şey dikkatini çekmeden bize doğru geliyordu.
“Soyun,” dedi otomat
kahvesini höpürdeten genç. Sesinde en ufak arzudan eser yoktu. İfadesiz suratım
devam etmesini sağladı: “Endişeni sıyır, dolabın altına sakla, geliyorlar.”
Gözlerimi büyüdükçe
duvardan taşmaya başlayan sahneden alamıyordum. Bir fotoğraf olmaktan çok
uzaktı artık. Ellerinden tutup dışarı çıkarabileceğim birine dönüşüyordu.
İtildiğimi hissettim. Orası bomboş kalmıştı. Az evvel miğferiyle dikkat
kesilmiş ağır görünümlü kişi de yoktu. En çok onun ellerini sırtımın ortasında
hissediyordum. Ayaklarımı yere sabitlemiştim. Yalnızca belimden yukarısı
karşımdaki görüntünün içine girmişti. Ölü yakarışlarını daha iyi duymaya
başladım. Erkek-kadın karışık bir koro ellerinde tutmalarına rağmen bir kez
olsun bakmadıkları ağdın sözlerini derilerinin altında hissettikleri acıyla
söylüyorlardı. Kendimi tamamen yüksek, beyaz duvarların arasında bulduğumda
sırtımdaki itici güç sona ermişti. Eşyalar yoktu. Fotoğraftakiler yoktu. En
kötüsü, kapı da yoktu. Arkamı döndüğümde onları gördüm. Fotoğraftakileri.
Sonradan kapıdan girenleri. Dadıyı. Miğferli adamı. Küçük çocuğu ve yaralı
yüzü. Hepsi, en kötü huylarını içlerinden koparım bir çukura atmış gibi
bakıyorlardı olduğum yere. Kapanmaya başladı. Evimle burayı ayıran o görünmez
eşik her neyse, beyazlaşıyordu. Tiz sesler aynı tonda devam ediyordu.
Eski evimde yeni bir
kalabalık bırakmıştım. Yeni dört duvarımda eski kalabalıktan izler arıyordum.
Yorumlar
Yorum Gönder