Sahipsiz Gözler Adası
Bu öykü Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi'nin "Deniz Kızı Öyküleri" temalı 118. sayısında mutlulukla yer almıştır.
Benzersiz
çığlıklarla, yolculuklarında verdikleri kısa molalarında kondukları yerde
karınlarını doyurmazlarsa, tiz seslerine hırçın kanat çırpışları da karışır.
Evinizin önünde, çatınızın üstünde veya bahçenizdeki ağacın dallarında duymak
istemeyeceğiniz türden seslerdir bunlar. Göç mevsiminde kuşların bir parça
yemek için münakaşa ettikleri sık görülür.
Adanın
sessizliği kuşların çığlıkları ile yırtılıyor. Kuşlar. Bir şeyi paylaşamıyor olmalılar.
Belki
paylaşamadıkları yemek, arabanın üstünde uyurken kalbi duran bir kedinin cesedidir.
Ya da uçuş tecrübesi olmayan bir serçenin elim kaza sonucu arabanın üstüne
düşmesiyle oluşan olay yeri. Geniş
kanatlı beyaz kuşları buraya toplayıp bağırtmak için yeterli sebepler. Seslere
uyanıp yatağımın yanında yere dökülen perdeyi aralıyorum. Odamda da sabah
oluyor. Eve girmek ister gibi cama yapışan ağaç dalları bana olanları
göstermiyor. Balkona koşmalı.
Sokağın
başındaki evin küçük, gri boyalı balkonundan her şeyi görmeyi umuyorum.
Arabanın
üstü sahipsiz gözlerle dolu. Bunu ancak, son beş kuş kaldığında aralarında neyi
paylaşamadıklarını görünün anlıyorum. Güneş ışıkları sokağı görünür kılınca
seferlere başlayan kuşlar için güne iyi bir başlangıç sunan arabanın üstünde taze,
kanı henüz kurumamış gözler var. Gagasında biraz sıksa patlayacak hassaslıktaki
gözleri narince taşımaya hazırlanan kuşlar bir bir uçuyor. En sona beş kuş, bir
göz kalınca kıyamet kopuyor. Arabanın üstü kırmızı daireler şeklinde izlerle
dolu. Yokuşun sonunda uzanan deniz içinden birini atmak için öğürüyor.
Üzerindeki tekneler sert darbelerle sarsılan kapılar gibi yerlerinde titreyip
duruluyorlar. Arabanın üstündeki kuşlar, gagalarında taşıdıkları, yerlerinden
yeni çıktıkları -ya da çıkarıldıkları- belli olan kanlı gözler ile denize doğru
uçuyorlar.
Hiçbir
şey sıradan değil.
Sokağı
kolaçan ediyorum. Birkaç bina ötede vücudunun yarısını sarkıtıp denize bakan
kadın yüzünü bu tarafa dönüyor. Gördüğü bir şeyden korkmuş, hatta donakalmış
yüzüyle. Önce benim yaptığım gibi bir şeyin üzerine üşüşen kuşların gürültüsüne
kulak veriyor. Sonra onları izlemeye başlıyor. Yolun kenarında toplanmış birkaç
kişiyi. Balkondan sarkan kadını göstererek, “Adanın tek sahibi,” diyorlar.
“Sahipsiz Gözler Adası’nın.” Söylediklerinin
gerçek olmadığını biliyordum. Ben vardım. Kadınsa inanıyor. Dehşete kapıldığını
belli eden çırpınışlar içinde kendine vuruyor. Dizlerine, başına, sonra
uyanmayı umarak yüzüne. Yalnız kaldığı için mi, yoksa adadaki dostlarına,
yakınlarına ne olduğunu bilmediği için mi, anlaşılmıyor. Yoldakiler ilerlerken
o içeri giriyor. Yolun karşısındaki, evime daha yakın evlerden birinin camında,
perdeyi belli belirsiz aralayarak tedirginlikle onları izleyen, on üç, on dört
yaşlarındaki kızı görüyorlar. Biri fotoğraf makinesini ona doğrultup birkaç
kare alıyor. Kız hemen perdeyi örtünce telaşa kapılıp yüksek sesle onu
kendilerine çekmek ister gibi, “A-a! İşte, bu adada yaşayan tek çocuk, hatta
tek canlı,” diyorlar. Müjde verir gibi ses tonuyla, “Senin devamın denizde,
sensiz,” diye bağırıyorlar. “İkiniz de yarımsınız.” Hızla nefes alıp verir
gibi, çarçabuk yalan söylüyorlar. Kız ne yalnız ne de yarım. Ben, vardım. O
ise, onlara inanıp tekrar cama çıkıyor. Diğer evlerin camlarına, balkonlarına
bakıyor. Ona seslenmek istiyorum. Ağzımı açamadığımı fark ediyorum. Bu sırada
az önceki kadının saçlarını çekiştirerek aşağı doğru koştuğunu görüyorum. Küçük
kız onu görmüyor, beni de görmüyor. Bir anda nasıl ve neden yalnız kaldığını
düşünüyor.
İki
evden önce kaç kişiyi böyle kandırdıklarını merak ediyorum. Biraz sonra küçük
kız, sırtında tıka basa doldurulmuş, tavşan suratı şeklinde, pembe ve tüylü bir
çantayla kadını takip eder gibi koşup gidiyor. Birkaç evi daha aynı şekilde,
insanları aynı yoldan aşağı doğru koşup kaçırarak geçtikten sonra bana ulaşıyorlar.
Balkon
tentesine bir gölge düşüyor. Hafif bir
şeyi kaldıran çarşaf gibi, küçük bir tümsekle üzerindeki kuşu taşıyan tenteye
bir damla damladığını görüyorum. Açık renkli kumaşın ipliklerinde yayılan
damlanın kırmızısı, ardından yükselen güneşle birlikte parlıyor. Sonra,
tentenin üzerinde tüm ağırlığını vererek havalanan kuşu görüyorum. Turuncu
gagası kana bulanmış. Aralık ağzında hâlâ gözü taşıyor. Yerimden kalkıp balkon
demirlerine tırmanıyorum. Neredeyse yakalamak için dışarı uçacağım. Kuş bir şey
göstermek ister gibi denize doğru seğirtirken bana bakıyor. Kendi etrafında bir
kez döndükten sonra balkona doğru çivileme inip tekrar yükselirken yeniden
denize dönüyor.
Ufka
doğru kanat çırparken, şiddetle dalgalanan suyun yüzeyinde bir karaltı beliriyor.
Bir yunus gibi sıçrayıp yeniden iniyor. Kuş uygun açıyı yakalamak için suyun
üzerindeki şeyin tepesinde dönüyor.
Dikkatimi denizdeki olaya vermeye çalışırken, “Sahipsiz Gözler Adası’nın tek
sakini, işte,” diye birbirlerine beni işaret ettiklerini duyuyorum. Sıra bana
geliyor. Nihayet. Yaklaştıklarını nasıl fark etmiyorum? Evlerinden çıkıp denize
doğru koşanlar yolun sonunda kaybolduklarında ancak onlara dönüyorum. Yeniden
denize bakmaya çalışırken kuşun gagasından düşen gözün, denizdeki canlının
sonuna kadar açtığı ağzına isabet ettiğini görüyorum. Adanın tek sakini
olmadığımı biliyorum. Beni buna inandıramazlar. Gözü kimin yediğini öğrenmek
istiyorum.
Kuşlar
hâlâ gagalarını birbirine çarparak arabanın üzerindeki son gözü arıyorlar. Bir
tanesi tam yakalamışken, heyecandan fazla sıkmış olacak ki gözü patlatıyor.
Diğer kuşlar kendi dillerinde birkaç sövgü ifadesi savurup uçuyorlar. Arabanın
üstü nihayet boş kalıyor. Patlayan gözden sıçrayan kanlar yoldaki meraklı
bakışlı insanlara sıçrıyor. Askısız elbisesi sebebiyle açıkta kalan omzuna
birkaç damla kan ve göz parçası yapışan kadın parmağıyla üzerindekileri sıyırıp
ağzına götürüyor. Yalayıp iyice emdiği parmağı şimdi tertemiz. Lezzeti
anlatabilmek için gözlerini kapatıp derinden gelen bir “mmm…” sesini
yanındakilere duyuruyor. İştah açıcı tadımlık yemeği, etrafındakileri harekete
geçiriyor. Beyaz arabanın üstüne parmaklarını sürüp sonra onları yalayan
meraklı topluluğun dikkatini kaybettiğim için seviniyorum.
Yüksek
giriş evimin dehşete tanıklık eden balkonundan aşağı atlıyorum. Dizlerim ve
ellerim üzerinde, yüksek sayılabilecek bir pat sesiyle kendimi yerde buluyorum.
Neyse ki böyle bir sabah için olabildiğince sıradan bir hareket sayılıyor. Bahçe
kapısından sessizce geçip önümdeki arabanın arkasında görünmeyecek kadar
eğilerek denize doğru koşmaya başlıyorum. Pijamalarım mavi. Terliklerim beyaz.
Ben sapsarı kesildiğimden eminim. Nereye gideceğimi bulmak için ihtiyacım olan
izler, ayaklarıma yapışıyor. Gözler. Denize inen yokuşlu yolun üzeri saçılmış,
ezilmiş, artık göremeyen gözlerle dolu.
İnsanların
gözün lezzetini tartıştığı konuşmanın sesi azalarak kaybolduğunda güneş tepeye yaklaşıyor.
Yolun sonuna varıyorum. Arkamda kalan yokuşa dönüp baktığımda, yalnızca ucu
görünen balkonuma bakıyorum. Son kez gördüğüme dair hissi içimden atmak isteyerek
devam ediyorum. Deniz, üzerine gri yıldızlar dökülmüş gibi parlıyor. Az önceki
karaltının şakacı bir yanılgı olduğuna inanmaya başlıyorum. Denizin yüzeyinde
de gökyüzünde de hiçbir hareketlilik yok.
Kaygan
ayak tabanlarım deniz kenarında amatör patenciler gibi kayıyor. Arkama tekrar
bakıyorum. Gelen yok. Yol yok. Yokuş, gözler, balkonumun görebildiğim kadarı…
Hiçbir şey. Denizden yükselen dev dalgaların sesleriyle tekrar önüme döndüğümde
tavşan suratlı pembe tüy yığını dikkatimi çekiyor. Karayla denizi ayıran ince
noktada, bir yarısı o tarafta, diğer yarısı beni çağırıyor. Eğilip tavşanın
kulaklarından birini tutuyorum. Çekmeye çalışınca ağırlığını hissediyorum.
Gücümü zorlamam gerekiyor. Tavşan suratının tamamı havada. Bununla bitmiyor. Onunla
aynı renk, pullu bir deri suyun yüzeyinde parlamaya, kendime doğru çektikçe
çırpınmaya başlıyor.
Arkamdaki
boşluktan ayak sesleri geliyor. “Adanın tek sahibi,” diyorlar, “denizin tek
sahibini karaya çekiyor,”. Kaybolan yoldan bana nasıl ulaşıyorlar? Küçük kızı,
o kadını ve diğerlerini merak ediyorum. Pembe tavşanın fermuarı açılıyor.
İçinden gözler çıkacağından eminim. Oyulmuş, parça parça gözler görmeyi
bekliyorum. Ne olacağını beklerken yukarıda kuşlar öfke dolu seslerini yeniden
yükseltmeye başlıyor. Bazıları suya çok yakın uçarak uygun an kolluyor. Onları
izlerken elimde ağzı sonuna kadar açık tavşan suratı var. Bir şeyler düşüyor.
Suda halkalar yayılmaya başladığında hedefine isabet etmeyen atışlar başlıyor.
Tavşan
çantanın suyun içine doğru devam eden parlak derili vücudu çırpındıkça su
sıçratıyor. Büyülü paletlerine takılan gözlerimi havadaki felakete
çeviremiyorum. Onlara palet dememin yanlış olduğunu bilsem de, karşımda
gördüğüm mucizevî parlaklıktaki bedeni nasıl tasvir edeceğimi şaşırıyorum.
Arkamdakiler birkaç adım yakınımda duruyorlar. Kuşlardan birine, “Eksikleri
tamamla,” komutu veriliyor. Dolu gagalı kuşlar, açık tavşanın ağzına gözleri
bırakıyorlar. İsabet edip çantanın içinden parlak derili vücuda inen gözler,
suyu zor seçilecek ölçüde bir yükselmeye sebep oluyor. Gözler yutuldukça
tavşanın yüzü biraz daha suya batıyor. Ucundaki kuyruk, uzuyor ve kıvrılıyor.
Kuyruğunun ucunu cilveli şekilde suya vurdukça mest olmuş şekilde onu
izliyorum.
Kimi
anlar, bir şeylerin sonuna geldiğinizi anlamanız için özenle tertip edilmiş
gibidir. Bakışlarımı ayırmadan tavşan başlı mükemmel, parlak kuyruğu izlerken
bir kuşun suyun yüzünü sıyırıp yükselerek başımın üzerinden geçişi beni
ayıltıyor. Biraz ötemde küçük kızla kadının, sokağımızdaki diğer insanların,
bugüne kadar görmediğim diğer ada yerlilerin yarısına kadar suya batmış şekilde
olanları seyrettiğini fark ediyorum. Ne zamandan beri aynı yerde, aynı yere
baktığımızı düşünüyorum. Arkamdaki, artık tanıdık sayılacak seslerden biri,
“Şimdi de diğer sokağı doldur,” diyor. Her şey yeniden başlıyor. Bizim içinse
bitiyor. Kana bulanmış gagalarıyla kuşlardan birinin yaşlı kadının yüzüne nasıl
dadandığını, ayrıldığında pençelerinde iki gözle havalandığını görüyorum.
Son
gördüğüm bu oluyor.
Adının
şimdilerde Sahipsiz Gözler Adası olarak bilinen adamızın gözle beslenen
denizkızının ve ona göz avlayan birkaç insanın öyküsünü soranların, dinlemek
isteyenlerin, çocuğunu bu hikâyeyle büyütecek olanların ısrarları olmasa, o
günleri hatırlamak istemezdim.
Henüz
yerinde olan gözleriniz için şükredin.
Yorumlar
Yorum Gönder