Hayal Tamiri Dükkânı
Bu öykü Vapur Kitap'tan çıkan "9 Postmodernist Öykü" adlı kolektif öykü kitabında yer almıştır.
“Uyu! Gözlerinde renksiz bir perde,
Bir parça uzaklaş kederlerinden”
Ahmet Hamdi Tanpınar-Yağmur
Hayal
Tamiri Dükkânı’na hoş geldiniz. Ustam Hayalbaz ile ben Düzsurat, suluboya
adamın hayalsizliği üzerine kurulan düşünü anlatırken karşımızda oturursan
memnuniyet duyarız. Sonunda pişman mı olacaksın, mest mi, göreceğiz.
Göreceğiz
ama umursayacağımızı sanma. Sözümüzü kesmeden otur, yeter.
Her
şey eskiden ait olduğum ailenin küçük çocuğunun daha kalın bir odun parçası
istemesiyle başladı. Bir kütükten ayrılmıştım. Çocuğun oyunlarına alet
olamayınca bahçeden dışarı fırlatıldım. Ağaçlar arasında gezen kimsesiz bir
odun parçasıydım. Hayalbaz o gün bir başka kütüğün üzerinde oturuyordu.
Çenesini avuç içine yerleştirmiş düşünüyordu. Zengin olmak istiyordu. Yeni bir
şey üretmeye mecali yoktu. İnsanların her şeyi ürettiğinden, fikirlerin
tükendiğinden emindi.
“Ne
yapsam da hiçbir şey yapmadan işe yarasam? İşe yarasam ama keşke hiçbir şey
yapmasam,” deyip duran Hayalbaz’ın kaydırak burunlu ayakkabısının çarpmasıyla düşüverdim.
Yuvarlanırken canımın nasıl yandığını, devrilince ne kadar üzüldüğümü anlasın istedim.
Bir ağzım olsa sesimi ayyuka çıkaracaktım.
Hayalbaz’ı korkutmuş olacaktım ki sıçradı. Beni eline aldı. Dizlerine yatırdı.
“Ne yapsam da bir odun parçasının bile düşlerini gerçekleştirebilsem, hem de
hiç yorulmadan,” diye homurdanmaya başladı. “Böyle düzgün kesilmiş bir odundan
ne güzel saat ya da çerçeve yapılırdı. Hayallerin yıkılmış olmalı sevgili
Düzsurat,” dedi. İsmimi böylece koydu.
Ayağa
kalkıp, Hayal Tamiri Dükkânı diye
bağırdığında dizlerinden düşüp gerisin geri yuvarlanmaya başladım. Ardımdan
“Saatleri Ayarlama Enstitüsü oluyormuş da, düşleri tamir etmenin dükkânı neden
olmasınmış,” diye bağırdı, karşı çıkan varmış gibi. Karşılaştırdığı şey
hakkında ise hiçbir fikri yoktu. İhtiyar Hayalbaz kireçli dizlerini zorla
bükerek hızlı adımlar atmaya çalıştı. Taşlarda sekerek dallardan zıplayarak
geçtiğim ağaçlık yolda, hızlı gidemeyip durdum. Hayalbaz bir süre sonra bana yetişti.
Beni geri alır almaz cebinden çıkardığı çakıyla yüzümü oymaya başladı. Soluğum
kesilmişti. Büyük bir burun yaptı. Gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. Yuvaları
kocaman olan birer göz oydu. Çilli yanaklar, ince bir dudak ve her şeyi
duyabilecek iki kulak. Birkaç tel saç. Hazırdım. Hayallerim gerçek olmuştu.
Hayalbaz
Usta bu işte daha başlamadan bile iyiydi.
Böyle
tanıştık. Hiç pişman olmadık.
Günler
gelip geçiyor, işlek bir sokağın girişinde yer alan dükkânımızdan yıkık
hayaller eksik olmuyordu. Hayalbaz’ın tek yaptığı, hayalleri emanet olarak alıp
eğri büğrü yanı varsa onarıp sahibine geri vermekti. İşini yerinden bile
kalkmadan yapabiliyordu. Beni de dükkânın en güzel yerlerine koyuyordu.
Hayallerin neresinin nasıl olması gerektiğini bana soruyordu. Hayalleri nasıl
tamir ettiğimizi soran olursa hep aynı şakayı
yapıyordu. Çatallaşmayı huy edinmiş sesini temizlemeden konuşmaya başlıyordu.
“Peşin fiyatına üç takside, bonus kart varsa 4 takside, nakitte ise fişsiz,
faturasız yüz kâğıda yıkık hayallerinizi onarırım.” diyordu.
“Ama
nasıl?” diye soranlara, “Musa asayla denizi nasıl yardıysa,” cevabını
veriyordu.
Hayalbaz
bunu yazdığımı görmesin, hiçbir şey yaptığı da yoktu. Önüne gelen hayali
sağından solundan dürtüp rahatsız ediyordu. Yıkık hayal el şakalarından
hoşlanmıyorsa ustanın işi kolaylaşıyordu. Hemen toparlanıp heybetli
görüntüsüyle ustaya, “El kol yapma,” demesini biliyordu. Asıl sahibinin
değerini anlayan hayal tamir olmuş şekilde teslim edildikten en geç üç saatte
gerçekleşiveriyordu. Daha inatçı olanlarda ise Hayalbaz hayalleri tehdit
ediyordu. Eğer hiçbir zaman gerçek olmazsa sahibinin onu kurmaktan
vazgeçeceğini, düş kurmayan bir sahibin de onu peçete gibi atacağını sert bir
dille anlatıyordu. Varlığına şükreden hayaller tez elden sahibine iade edilip
aynı gün içinde gerçekleşiyordu.
Hayalbaz
Usta’nın tamir edemediği hayal henüz görülmemişti. Şöhreti kulaktan kulağa
geçti, dilden dile çevrildi. Kıtaları aşmaya başladığında mütevazı dükkânımız
yetmemeye, sıraya giren yıkık hayal parçaları buraya sığmamaya başladı. Şehrin
merkezinde geniş, camekânlı bir dükkân bulduk. Taşındık. Yıkık hayallere
bekleme salonu bile düşündük. Ben yine dükkânın en güzel yerinde, hayallerin
akıbeti hakkında aklıma esenleri söylemeye devam ediyordum. Hayalbaz Usta,
birkaç çırak alıp beklerken sorun çıkaran yıkık hayal olursa ilgilensinler diye
tembihledi. Günlerimiz hayal tamir etme adı altında hiçbir şey yapmadan giderek
zenginleşmekle geçerken bir gün Hayal Tamiri Dükkânı’nın tarihindeki en yıkık
hayal dükkâna giriş yaptı. Üstelik kendi ayaklarıyla.
Dilerseniz
burada söze ben gireyim. Cihanın hayal tamiri ustası. Yıkıkların efendisi.
Düşlerin hükümdarı. Aklınıza gelen tüm gösterişli sıfatlar ile
tanımlayabileceğiniz kişi. Hiç olmazsa o güne dek, denizaşırı memleketlerde
bile şanı yürüyen Hayalbaz Usta olduğumu, Düzsurat olabildiğince açıkladı diye
umuyorum. Dinlemedim. Suluboya’yı düşünüyordum.
Şehrin
merkezindeki dükkânımızın yanında bol ziyaretçisi olan bir sanat galerisi
vardı. Diğer yanındaysa bizim eski dükkânımızdan bile daha küçük, tek göz bir
başka yer. İçinde ise, duvarda boşluk bırakmayacak şekilde dip dibe asılmış bir
sürü tablo. Hepsi suluboya. Tabelasında mavi boya damlayan ince uçlu bir fırça
vardı. Şöyle yazıyordu: Suluboya Reprodüksiyonları
İç
bayıcı görüntüsü yüzünden hiç komşuluk edesim gelmedi. Bir gün olsun esnaflık
edip, “Yıkık hayaliniz varsa tamir edivereyim, komşuluk ölmedi ya,” demedim. O
da bana gelip, “Namını duymayan mı kaldı? Şeref verdin!” demedi. İçerledim. Hiç
gelmemesinin dükkânın bir sahibi olmamasından kaynaklandığını öğrenmem ise
suluboya tablo beyefendisi sayesinde oldu. Dükkân öyle rağbet görmüyormuş, öyle
silikmiş ki, sahibi ya da sahibesi kepengi bile çekmeden gitmiş.
Bu
başka bir öykünün konusudur. Söz sırası bende ise, iyi kullanıp Suluboya’nın
ortalığı nasıl mahvettiğini tek solukta anlatmalıyım.
Kapı
açılınca müşterinin geldiğini haber veren şıngırtılı zımbırtıdan sesler çıktı.
Düzsurat şahittir, ilk kez o gün kapıdan girenin ne olduğunu kokusundan tanıdım. Bu bir hayal değildi. Yıkık
hayalini taşıyan insan değildi. Bu boyası kurumamış duvar kokusuydu. Sırasını
bekleyen yıkık hayallerin hepsi kapıya dönmüştü. Dört cepheden dükkâna dolan
aydınlığın tamamı üzerinde birikmişçesine dikkat çeken Suluboya, elini ittiği
kapıdan çektiğinde, yerinde sarı boyalı parmak izleri bıraktı. Kaşları,
dudakları ve tüm kasları mutsuzluktan yere bakıyordu.
“Hayalbaz’a
bakmıştım,” dedi, "eriyorum galiba
yavaştan.” Cevap beklemeden geçip oturacaktı ki, kalktığında koltukta
renkli kaba et baskısı görmek istemedim. Hâlden anlar Düzsurat, “Du-du-dur! Ve
bana bak,” dedi. Suluboya hızla dönünce eriyen vücudundan renkler saçtı. Yıkık
hayaller mavi, mor ve kırmızı damlalardan kaçarken bağırtılar yükseldi.
Suluboya bu kez onlara doğru hızla döndü. O zaman da Düzsurat’ın yüzünde
turuncu ve yeşil izler oluştu. Olanları uzaktan hayretle izlerken Suluboya,
eriyerek kaybolmak üzere olan dudaklarını yırtılacak kadar açarak, “Hayalbaz’ı
getirin! Hayalbaz, Hayalbaz, Hayalbaz dedim!” diye bağırmaya, tepinmeye,
ellerini dizlerine vurarak yakınındakilere boyalarını sıçratmaya başladı.
“İşte,”
diyerek birkaç adım öne çıktım, “Hayalbaz Usta karşında.”
Suluboya
duruldu. Elleriyle pantolonunu düzeltmek için birkaç kez dizlerini silkeledi.
Artık önemi yoktu. Renklerin nereyi istediğini seçip oraya konuyordu. Suluboya
da bana yaklaştı.
“Ben,
aslına bakılarak yapılmış bir tablonun Suluboya beyefendisiyim. Bu da benim
bastonum,” dedi. Hiç de geniş görünmeyen arka cebinden beline kadar gelen
bastonu tek seferde çıkardığında herkes, “Oooo!” dedi. “Onu çevirebiliyorum,
yere sabitleyip üzerinde yükselebiliyorum ve onu yutabiliyorum,” dedi ve hepsini
sırasıyla yaptı. Herkes, “Aaaaa!” dedi. Son iddiasını gerçekleştirdiğinde
ortada baston kalmamıştı. Cepten çıkarıldığı andan itibaren erimeye başlayan
baston Suluboya’nın midesine indi. Bir daha neresinden çıkacağını düşünmek
istemedik. İmtihandan geçmiş gibi omuzlarını yükseltip sırıttı. Kaşları hâlâ
aşağı bakıordu. Kimse “ooo” ya da “aaa” demedi. Suluboya dert yanmaya devam
etti. Başını düşürüp, “Suluboya Reprodüksiyonları’ndan geliyorum,” dedi, “orayı
hiç gezmediğiniz için bilmezsiniz ama aslına en yakın tablonun içindeydim.”
Gözlerinin yaşla dolduğunu anlamam için parmaklarıyla onları iyice ayırıp
yukarı baktı. Sahiden başka türlü anlamazdım.
“Tablondan
niye çıktın,” dedim. Suali sormamış olmayı dileyecektim.
“Yer
aldığım replika tablonun ait olduğu sanat akımının miadı doldu. Diğer yanındaki
sanat galerisindeki yeni tablolar, asılları olmasa bile, peynir ekmek gibi
gidiyor. Eskidim, Hayalbaz Usta. Hayallerim yıkıldı diyemem. Çünkü hiç derli
toplu bir hayal kuramadım. Güncel iken asıl tablo olarak resmedilmiş olmayı
isterdim. Eskidim, şimdi de suluboya reprodüksiyonu yerine, yandaki sanat
galerinin gözbebeği olmayı istiyorum.”
Düzsurat
ile göz göze geldiğimde yanaklarının ıslandığını fark ettim. Sorsanız inkâr
edecektir. Sıradaki yıkık hayallere baktığımda, kendi hâllerinden çok
Suluboya’ya üzüldüklerini gördüm. Ne yapsam bilemedim. Suluboya’ya, “İyi de
benden ne istiyorsun,” dedim.
“Benim
hayalimi baştan kur,” dedi. Düzsurat, elleri olsa sevinçten çırpacaktı.
Hayaller dirildi, doğruldu ve nefeslerini tutup yüzüme baktı. Fakat benim işim
hayal kurmak değildi. Ben tamir ederdim. Hoş, onu nasıl yaptığımı da siz
biliyorsunuz ya, neyse. Yani, şimdi kalkıp Suluboya için bir hayal kurmak,
yıkılan bir hayali onarmaktan çok daha zordu.
Gözler
üzerimdeyken düzgün düşünemiyordum. Suluboya, arkasına elini atıp bastonu
yeniden, feci kötü bir yerden çıkardığında ona bir hayal kurup ivedilikle
dükkânımdan göndermeye karar verdim. Süreci nasıl hızlandıracağımı biliyordum.
“Tek şartla,” dedim, “o bastonu çıktığı yere geri gönder ya da yok et,”
Suluboya, yakınında duran bir bardak suyu eline alıp yere indirdiği bastonun
üzerine gezdirerek döktü. Zaten erimeye başlayan bastonun boyaları dağılmaya,
seyrelerek gözden kaybolmaya başladı. “İşte benim varlığım da yokluğum da iki
yudum suya bağlı,” dedi, “lütfen bana bir hayal ver.”
Artık
günlerimiz Suluboya için bir hayal bulmaya çalışarak geçiyordu. Tüm yıkık hayal
sahiplerine durumu izah edip önceliği ona verdik. Zira eriyordu. Günden güne
uzuvları, boyu küçülüyordu. Aradan günler, haftalar geçtikçe rengi
soluklaşıyordu. Onun için bulduğumuz hayalleri beğenmiyordu. “Bunu ben de
kurardım,” ya da “Bu hayal kesin yıkılır,” gibi küstahça yorumlarda
bulunuyordu. Düzsurat, ona acıdığı günü unutmaya çalışıyordu. “Böyle devam
edersen değil bir tablonun replikası, bir suluboya kabının tükenmiş rengi bile
olamayacaksın,” diyordu. Suluboya böyle zamanlarda yere eğilip eriyen
boyalarını bedenine yeniden eklemek için avuçlayıp üzerine döküyordu. Biçimi
gittikçe bozuluyordu. Eriyerek bacağından ayrılan ayağını alıp dizlerinin
üstüne koydu. Şansına, ayak oraya tutundu.
Suluboya
gittikçe bozulan vücudu için hıçkırıklar içinde ağlıyordu. Gözlerinden akan
tuzlu sular yanaklarının rengini iyice dağıttı. Güneş ışığı yüzünden eridiğini
sanarak camekânın dört yanını da siyah perdelerle kapattık. Düzsurat, onu
verniklememizi önerdi. Suluboya, bunun tahta yüzeye saç jölesi dökmekten farklı
olmayacağını söyleyince fikir hızla geri alındı. “Mutsuzluktan,” dedi,
“eriyorum mutsuzluktan.”
Perdeleri
açtım. Ya mutlu edecektim ya da hayal kuracaktım. İkisini de suluboyadan bir
adam için yapacaktım.
Ona hiçbir hayali beğendiremedikçe tükendim.
Erimesini durduramadım. Yavaşlatamadım bile. Mutlu edemedim. Gıdıklanmıyordu
bile. O, bir tablonun içinde, bastonundan kuvvet alan, takım elbiseli, papyonlu
bir suluboya beyefendi olmak için yapılmıştı. Öyleyse Suluboya için buna uygun
bir hayal kurmaya karar vermeliydim. Bir gün yanına gidip ona bir masal
anlatmaya karar verdim. Bir hayal kuramıyorsak, mutlu da kılamıyorsak, en
azından geçmişi yeniden kurabilirdik.
“Suluboya Bey, sizin için
düşüncelerim var. Önce bir hikâye anlatmalıyım. Vakitlerden bir vakit, işte
develer şöyleyken, pireler böyleyken falan filan, Kemgöz Efendi adlı tek gözü
gören, kısa, şişman ve pantolonsuz biri suluboya tablo yapmaya karar vermiş.
Fakat ne aklına yapılacak güzel bir resim geliyormuş ne de kaliteli boyaları
varmış. Böylece orijinali evinin duvarında asılı olan bir resmin görüntüsünü
aklına kazıyıp boyalarını eritmeye karar vermiş.
Gel zaman git zaman Kemgöz Efendi
bu işi alışkanlık hâline getirmiş. Yeni bir resim yapmak istediği zaman
orijinaline bakıyor, başka bir resmi eriterek eline geçen boyalarla bire bir
aynısını yapıyormuş. Ünlü bir reprodüksiyon ressamı olmuş. Bir gün olmak istediği
kişinin resmini yapmak istemiş. Uzunca zaman hiç düş kurmadan resim yaptığı
için nasıl biri olmak istediğini aklına getirmeye çalıştığında, iki göz ve bir
dudaktan başka şey düşünememiş. Bunlar her vücutta olabilecek şeyler olduğu
için, beğenmemiş. Olmak isteyeceği birinin içinde bulunduğu bir tablo bulana
dek aramaya başlamış.
Günlerden birinde içinde iki eliyle
kavradığı bastonu ayaklarının arasında tutan, siyah, geniş şapkalı, rengârenk
takım elbiseli ve papyonlu bir adamın olduğu tablo ile karşılaşmış. “İşte ben
buyum,” demiş. Heyecanla resmi almış, neye benzediğini iyice incelemiş. Sonra,
kim bilir ne şekilde boyaları eritmeye çalışmış. Bu resmin boyaları erimek
istemiyor gibiymiş. “Tıpkı benim kadar inatçısın, çünkü ben senim, sen de ben,”
demiş. Bir suluboya kutusu alıp resme bakarak aynısını yapmış. O tablo, Kemgöz
Efendi’nin taklitleri arasında aslına en çok benzeyen tablosu olmuş. Diğer tüm
taklitleri suluboya ile yapmış ama bundan daha iyisi olmamış. “Suluboya
Reprodüksiyonları” dükkânını açıp hayalini gerçekleştirmiş.”
Masal bittiğinde Suluboya, Kemgöz
Efendi’nin onu resmeden kişi olduğuna hemen inandı. Hatta öyle inandı ki,
ağlayarak, “Ama ben eriyorum, Kemgöz Efendi’nin emekleri boşa gidiyor. Kimse de
bunu durduramıyor,” dedi. Bu kadar çabuk inanınca vicdan yapmadım diyemem. Yine
de, bu beladan kurtuluyordum. “İşte, Suluboya, senin yeni hayalin de burada
gizli. Sen eriyorsun. Engel olamıyoruz,” dedim. “Rengârenk boyalar hâline
geldiğinde yeni hayalleri renklendirmek gibi bir hayalin olsa hiç fena
olmazdı,” dedim. Suluboya yarısı erimiş ellerini çırparak dizine kadar erimiş
bacakları üzerinde zıplamaya çalıştı. Açıkçası mutludan çok korkunç
görünüyordu.
“Beni
eritin, hemen erimek ist…”
Maalesef,
geç kalmış mutluluğu erimesini durduracak kadar güçlü ya da zamanında gelmiş
bir mutluluk değildi. Usulca rüyalara dalan bir düş gezginini anımsatan yok
oluşu, mutsuzluğun yitebileceği en uysal haliydi. Kederler bulundukları yerleri
kemirip bitirmeden gitmiyorlar. Bazen de eritip bitirmeden.
Söyleyecekleri
bitmeden, Suluboya adam bitti. Artık yere dökülmüş renklerden ibaretti.
Hem bir dakikalığına bile olsa mutlu etmiştim
hem de ona gerçek bir hayal vermiştim. Düzsurat şaşkınlık içinde yüzüme bakıyor,
utanç ve keyfi aynı anda yaşıyordu. Suluboya’nın düşüne öncelik tanıyan yıkık
hayaller, şükretmiş olacak ki, sıraya girip renk bile seçmeden boyanıp, neşeli
ve daha renkli şekilde sahiplerine teslim edildiler. Biz de Düzsurat ile
Hayalbaz Usta olarak, bundan böyle yıkık hayalleri onarma işinin yanında, renklendirme
seçeneğini de hayalleri yıkılanlara sunar olduk.
Yorumlar
Yorum Gönder