Beyaz. Toz. Çığlık.
Felaket
seslerine duyarlılığını kaybetmiş kulaklarımın suçu yok. Çünkü yıkımlar anca
hayatı rayında gidenler için haber değeri taşıyor. Kulaklarım artık böyle
çöküşleri, çığlıkları, tozları ayaklandıran yıkımları duymaya yeltenmiyor. Ayaklarım
üşüyor. Üstümdeki battaniyeyi gözlerimi örtecek kadar yukarı çektiğimde açıkta
kaldılar. Çirkin ayak parmaklarımı kaderlerine terk edip yaşadığım son gün de bitsin
istiyorum. Salona, koltuğa nasıl geldim? Aklımda kalan son sahne mutfakta
geçiyor. Başım döndü. Tezgâha tutundum. Ellerim uyuştu. Dizlerim de. Ara sıra
oluyor. Karnımdan boynuma doğru bir ısı yükseliyor. Beynimi birkaç yönden
çekiştiriyorlar. Uğultu. Bu sesleri her seferinde duymuyorum. Etrafı bir sarsıntı
alıyor. Bu defa olanın dünyaya mı yoksa bedenime mi olduğuna karar vermiyorum.
Sokaktan ve apartmanın içinden, “Yıkılıyor,” sesleri yükseliyor. Tek kişinin
sığabileceği mutfağımın dolaplarından birbirine çarpan tabak ve tencere sesleri
geliyor. Kıyamet kopuyor da ben sadece yankısını duyuyorum sanki. Sesler
yükseliyor ama ben derz aralarındaki lekelere bakarak bir filtreden geçerek
kulağıma ulaşan elenmiş sesleri seçmeye çalışıyorum. Sonra karanlık. Nasıl
ulaştığımı bilmediğim koltukta kendime geliyorum. Üzerimdeki sevimsiz
battaniyeyi nereden bulduğumu hatırlamıyorum. Bu ton yeşili sevmem. Ayak
başparmağımı ikinci parmağımın üzerine koyuyorum. Birinin altı birinin üstü
ısınsın hiç olmazsa.
Güneş
pencereden ayrılsa da gözlerimi açsam. Gözleriniz kapalı olduğunda ama
pencereden güneş girdiğinde gözünüzün önündeki turuncu görüntüyü perde olarak
düşünün. Perde açılınca sahnede ne görmek istersiniz? Kimsenin
alkışlayamayacağı, kulaklarınız ne kadar sağlam olsa da duyamayacağınız
tiratlar atılan sahneler. Kafanızın içinde oynayan sahneler. Çocuklar, pasta ya
da puding gibi işe yaramaz şeyler isteyecektir. Birkaç tanesi kimsede olmayan
patenlerden, manyak olanlar ise henüz keşfedilmemiş örümceklerden isteyebilir.
Yetişkinler, artık nereye yetişmişlerse, sıkıcı hayatlarına verdikleri beş
dakikalık molada ruhlarını doyurabilecekleri birkaç lokma mutluluk ya da
dramatik sahne hayal edebilirler. Nasıl benzersiz biri olduğumu düşünecekler
olabilir, ama ben nasıl biri olduğumu karşıdan görmek isterdim. Yanımdan
geçenlerin bana nasıl baktıklarına biraz mesafe öteden bakmak, düşüncelerini
duymak isterdim.
Dışarıdan
sesler geliyor. Ev etrafımda dönüyor.
İyi
biri değilim. Ama iyi biri gibi davranmakta çok iyiyim. Örneğin evde birileri
varken ayak parmaklarımı her gün yıkarım. Tırnaklarımın kenarlarını etime
batmaması için iki günde bir törpülerim. Aynı çorabı iki gün üst üste giyinmem.
İnsanlara bunu konu hijyenden açıldıkça söylerim. Dans etmem ki ayaklarım
ağrımasın. Çok yürümem. Uzun süre ayakta duran insanların ayak tabanlarındaki
yağ katmanının eridiğini, sonra o insanların yaşlandıkça ayakları üzerinde
durmakta zorlandığını bilen herkes yapar bunu. Evet, ayaklarım benim her
şeyimmiş gibi görünüyor, değil mi? İnsanlara bununla övünürüm. Bilhassa
birilerinin yanında onları okşarım.
Şimdi
yalnızız. Üşümeleri umurumda olmuyor. Ayaklarımın ne kadar şaşırdığını düşünün.
Yanımda kimse olmadığı için onları ısıtmaya yeltenmiyorum. Oysa battaniyenin
içine çekmek bir saniyemi almazdı. Bunları düşünürken güneşin gözlerimdeki
turuncu perdeyi açtığını fark ediyorum. Nihayet. Perde aralanıyor ve sahne!
Genç adam cenaze yeşili
battaniyesini üzerinden atar. Kızarmış ayaklarını sıra sıra ağzına kadar çekip
hohlayarak ısıtır. Doğrulup sırtını yumuşak yastığına gömerek rahatına
bakacakken halıda bir hareket görür. Ayaklarından kafasına kadar silik bir
gölge gibi görünen çocuk elleriyle kulaklarını kapatarak yere çömelir. Sert
tabanlı terlik sesleri etrafta yankılanmaya başlar. Genç adam battaniyesini
savurduğu yerden geri alıp sadece gözlerini açıkta bırakacak şekilde üzerine
kapatır. Eşyalar kendiliğinden yer değiştirmektedir. Etrafta dolanan ikinci
kişiyi, yani mavi bandanalı kadını görür. Kadın ellerini beline yerleştirmiş,
çocuğun önünde volta atar. Gittikçe hızlanır. Çıplak ve terli ayak tabanlarına
çarpan sert terliklerin her adımda çıkardığı şaklama seslerini bilir misiniz?
Yerden tavana kadar sıçrayan bir ses bu. Terliğin kısa ama sivri topuğu ile
terli ayak tabanı sesi karışımı kapalı camın ardındaki kuşları dahi harekete
geçirir. Çocuk bir felaketin gürültüsünden kulaklarını korumak ister gibi
kollarıyla onları sıkıca kapatır. Kadın bu işin bir hal çaresine bakmak ister.
Genç adam bu sahnedeki
rolünü anlamak için tam konuşmaya başlayacak gibi nefes aldığında kadın daha
sert adımlar atmaya başlar.
Çocuğun
aklından geçenleri duyabiliyorum. Kocaman evlerin, apartmanların ya da göğü delen
kulelerin her birinin duvarlarında onları ayakta tutan bir toz zerresi olduğuna
inanıyor. Mermerlerin arasında, demir iskeletin ya da alçının üzerinde duran bu
toz bütün yapının yükünü ayakta tutuyor. Terlik şaklamaları ve topuk sesleri
yalnızca kuşları değil, evi ayakta tutan toz zerresini de uçuracak diye
düşünüyor.
Çocuk, üzerine çöktüğü
dizleri arasına gömdüğü başını kaldırıp dolu gözleriyle genç adama bakar. Yeşil
battaniyenin arasından sadece gözleri görünen genç adama dikkatle bakar. Çocuk
gözlerini, “Burada sonumuzu beklememize izin verdiğin için teşekkür ederim,”
der gibi yavaşça kapatıp iki saniye öyle tutar.
Turuncu
perde açıldığında oynamasını istediğim sahnenin kahramanının kendim olacağını
sandığım için sahneye ara veriyorum. Ben nasıl biri olduğuma uzaktan bakmak
isterken sinirli bir anne ile tedirgin bir çocuğun minnet duyduğu görünmez adam
olmuşum. Üstelik, nedir bu mutfakta kulağıma dolan tehlikeli seslerden sonra
çocuğun sonunu bekleme iması? Rastlantılar kendilerinden tiksindirecek kadar
anlamlı hale geldiğinde sonu mutlaka felaket olur.
Hafızamın beni sevdiği için unutmamı tercih
ettiği şeylerden birini hatırlıyorum. Babamın annemle beni çıkmamızı yasaklayarak
kapattığı odada ben koltuğun üzerinde tıpkı bu çocuk gibi oturup duvarların
arasındaki toz zerresinin o an uçtuğunu düşünmemiş miydim? Yazdı. Annemin
ayakları. Terlikleri. Hatırlamak acı bir eylem. Gözleri, genzi ve kalbi
yakıyor. Tam şu an apartmanda kopan yaygaranın duyduğum iç acısıyla bir ilgisi
olmasını beklemiyorum. Az önce bana uğultu gibi gelen gürültülerden bir yenisi
daha. Kapımı yumrukluyorlar. Sonra gidiyorlar. Bir sonraki tekmeleyip
merdivenlerden inmeye devam ediyor. Zile basan yok. “Uyan, kaç!” diyor diğeri.
Hepsi kapıyla konuşuyor, kapıya vuruyor. “Bir bu duymadı,” diye bağırıyor biri.
Yanındaki her on kişiden dokuzunun cevaplayabileceği şekilde, sağır sultandan
açıyor bahsi. Sonra koşmaya devam ediyorlar. Ben duyuyorum. İnsanların
çığlıkları ile felaketin ayak sesleri yaklaşıyor. Sahne devam ediyor.
Genç adam sarıldığı
battaniyeyle birlikle, altındaki koltuğun bir ileri bir geri gitmesi yüzünden
oturduğu yerde kayar. Çocuk nihayet ayaklanır. Halının üzerine sabit durmaya
çalışırken düşer. Öylece dururken. Anne, adımlarını kontrol edememeye
başlayınca yakınındaki gevşek iskeletli ahşap sandalyenin gövdesine tutunur.
Evi ayakta tutan toz zerresinin uçtuğundan o an emin olurlar. Yer altlarından
kayar. Çocuk yeniden ayaklanarak evin sallanma ritmine göre kendi etrafında
dönmeye başlayarak düşmemeye çalışır. Genç adam araba tutmuş gibi öğürmelerle
midesini tutar. Arkalarındaki kapı tekme ve yumruk darbeleriyle sıçrar.
Porselen saksı köşedeki cam sehpanın üzerinden yağ gibi kayar. Artık paramparça.
Beyaz
bir duman. Tüm dikkatimle izlediğim sahne patlayan un çuvalının beyazlığına
gömüldü sanki. Anne, çocuk ve tüm dram yok oldu. Yerime henüz alışabilmişken
kendimi evin içinde bir yerlere çarpıp duramazken buluyorum. Çarptığım yerler
de yok oluyor. Hızlandırılmış videolar gibi, anlar, görüntüler ve sesler, evet,
en çok sesler, boz bulanık halde önümden geçip gidiyorlar.
Beyaz.
Toz. Çığlık.
Kulaklarımda
ne var? Tıpa mı? Kirden tıkanma olasılığı aramızda kalsın. Görüyorum. Saliselik
anda gözümün önünden geçen parçaları, eşyalarımı, beyazlığı. Hangi çığlıkları
zar zor duyulan fısıltılardan saydığımı bilmiyorum. Çaresizce yer değiştiren
eşyaları gördüm. Kapının beni harekete geçirecek kelimeleri haykırdığını
düşündüğüm insanlarca nasıl sarsıldığını da gördüm. Ama ses, en az iki sokak
aşağıdan geliyordu. İçinde yüzdüğüm beyazlığı görüyorum. Arasında, apartmanı ve
hayatımı ayakta tutan toz zerresinin de yer aldığını biliyorum. Ama az evvel
üst katın benim daireme çöküşünü, ince porselenden bir tabağın kırılması gibi
duydum.
Beyazlıktan
sıyrılıp uçuşa geçiyorum. Kulaklarımın her birinizinki gibi olup bitenleri bana
haber vermesini isterdim. Yine de, şaşı bak şaşır misali,
evin etrafımda döndüğünü sanıyorken yerin apartmanı parmak ucunda çevirdiğini son
anda öğrenmek keyif veriyor. Sanırım uçarken, yüzü tanıdık
gelen insanları görüyorum. Ağızları sonuna kadar açık. Çığlık atıyor olmalılar.
Elif
Şeyda Doğan
Yorumlar
Yorum Gönder