Tombul Lacivert Şemsiye İle Kırmızı Baston


Vaktini boşa harcayanlar, önemli işleri olanlara, gününün tamamı dolu olan insanlara imrenirler. Başını işten kaldıramayanlar ise, evinden çıkmaya lüzum duymayan, işsizlikten sıkılıp kendine meşgale arayanları kıskanırlar. Herkes kendinde eksik olanı tamamlamak için başkasında bulunana göz ucuyla şöyle bir bakar. Sadece insanlar mı? Biz şemsiyeler de tıpkı böyleyiz. Kuru kafalara özeniriz. Kuru kalan kafalara. Henüz paketinden çıkmamış şemsiyelere.
Satıcının elden çıkarmadığı için henüz kupkuru, dostlarının yanı başındaki şemsiyeler, yağmur altındaki şemsiyeleri parmaklarını ısırarak izlerler. Sanıyorlar ki, üzerimizden kayıp düşen damlalar ipliklerimizi eskitmiyor da ruhumuzu okşuyor. Oysa biz halden anlamaz sahiplerimizin kafalarını kuru tutmak için gövdesini siper eden seferberler, kuru günleri, sıcak dost sohbetlerini özlemle hatırlarız.
Ben, Kırmızı Baston. “Yağmura şemsiye, yağmura şemsiye!” sesleri içinde sakin bir hayat sürerdim. Satıcımın yanına her noktası su çekmiş sünger gibi gelen şimdiki sahibimle tanıştığımda üstüme ilk defa su değdi. Öyle bir gündü ki, neredeyse bulutların üstünde oturmuş kalabalık, haylaz çocukların sürahileri aşağı boca ettiğini düşünecektim. Yağmur hem hiç durmuyor hem de damla damla değil oluk oluk yağıyordu. Şelalenin altına çökmüş oturuyorduk sanki. Aksi gibi beni aceleyle isteyen adamın bütün gün dışarıda işi vardı.
“Şemsiye!” diyerek tezgâhın önüne dikildi. “Çabuk! Şemsiye!”
Satıcımız panikleyip kendi etrafında bir tur döndükten sonra dümeni çıkışa çevirmişti ki, son buyruk geldi: “Şemsiye be adam!”
Madem o kadar acelesi vardı, bizi seçmeyecekti. Satıcı, paniği dinince kurnazlığı gün yüzüne çıkardı. Parlayan gözlerini üzerime dikti. En pahalı şemsiye bendim.  
Demir şemsiyeliğin içinde ahbaplar ile sıkış tepiş otururken aniden bastonumun kolundan yukarı çekildiğimde öyle korkmuştum ki, aklım yerinden çıkıyor sandım. En yakın dostum olan tombul, lacivert şemsiye neler olduğunu anlayıp beni kemerimin düğmesinden yakalamış, gitmemem için kumaşının tüm gücünü kullanıyordu. İplikleri öyle seyrek ve inceydi ki, benim gibi ağır tahtalı, sağlam iskeletli, kalın kumaşlı bir şemsiyeyi durdurabilmek içini sökülüvermişti.
“Hadi be abicim, vereceksen ver şu şemsiyeyi,”
Satıcı kolumdan, dostumsa kumaşımdan tutmuş beni zıt yönlere çekiştiriyorlardı.
“Ah, canım dostum,” dedim. Kumaşından gelen ikinci cart sesi içimi parçalamıştı. Yukarıdan, üzerimize eğilmiş gökyüzü manzaramızı kesen satıcımızdan güçlü bir ıkınma sesi yükseldi.
“Hah! Geldi işte abicim, acele yok.”
Onu görür görmez şemsiye kullanmaktan bile anlamadığını hissetmiştim. Eline alır almaz bastonumun ucunu asfalta çat diye indirdi. Lacivert dostumdan acılı bir çığlık duyuldu. Başıma gelenleri, gerçek anlamda başıma gelenleri, tahmin etmesi zor değildi. Param ödendi. Beni sımsıkı saran düğmeli kemerim açıldı. Ve... İşte bizlere şemsiyelikte geçen hayatımızın ilk seneleri özendirilerek anlatılan suyla buluşma anı. Kırmızı, parlak, pürüzsüz kumaşım hak etmediği bir muamele ile karşılaşmıştı. Öylece, biraz bile hazırlanmadan yağmura tutuluvermiştim. Satıcımdan uzaklaştıkça gözlerimi ayırmadığım şemsiyelik ve içindeki dostlarım küçülüyorlardı. Sesleri de gittikçe azalıyordu.
“Kırmızı! Baston kral! Onu alma, beni al.”
Bir tek lacivert dostumun hıçkırık sesleri giderek artıyordu. Oradan uzaklaşmama, kulaklarımın dibinde şapırdayan yağmura rağmen dostumun hıçkırıkları nasıl azalmıyordu? Ağlamasındı. Yoksa biz öyle iç içe geçmiştik ki onun acısını içimde mi duyuyordum? Bir gün karşılaşacağımızdan, aynı yağmur altında kalacağımızdan emindim.
Yağmurun insafa gelip tane tane yağmaya başladığı bir gün, sahibim karşı kaldırıma geçebilmek için ışıklarda bekliyordu. Kaldırımın dibindeki su birikintisinde bir şemsiye vardı. Beni andırıyordu, ancak kesinlikle benden daha yaşlı, daha yorgun bir şemsiyeydi. Eskiden kırmızı, güzel bir baston şemsiye olduğu anlaşılıyordu. Ona el salladım. Aynı anda o da bana el sallayınca bu rastlantıya güldüm. O da güldü. “Tombul Lacivert dostumdan sonra en iyi anlaştığım şemsiye sen oldun,” dedim. Ağzını söylediğim tüm kelimeleri eş zamanlı söyler gibi oynattı. Bu kadarı fazlaydı. Benimle alay etmesine müsaade etmeyecektim.
Kendimi gerdikçe gerdim. Sonra birden ileri attım. Sahibim hafifçe sendeledi. Rüzgârdan sandı. Üstümde biriken tüm damlaları su birikintisinden bana bakan şemsiye bozuntusuna sıçrattım. “Kaybol, ihtiyar,” dedim. Bunu da taklit etti. Sıçrattığım damlalar yüzünü bir süreliğine dağıtınca hak ettiğini söyledim. Bize yeşil ışık yandı. Saygısız bunak da benimle birlikte birikintiden çekildi.
Yolun karşısına geçtiğimizde etrafa bakıp onu göremeyince nasıl olur da gözden kaçırdığıma şaştım. Sahibim olacak beceriksiz beni direklere, ağaçlara, diğer şemsiyelere çarpa çarpa götürüyordu. “Ah, özür dilerim puantiyeli hanım,” diyordum noktacıklı, hoş şemsiye hanımlara. Burun kıvırıp başka yöne döndüklerinde epey bozuluyordum.
Kimi kaba saba şemsiyeler onlara bilerek çarptığımı düşünüp özür dilediğim halde bana vuruyorlardı. Sahibim kısa boylu, tıknaz bir tip olduğundan, boyumuz diğer şemsiyelerin altında kalıyordu. Hepsine çarpıp bir yerimi incitmediğim gün geçmiyordu. Sonunda iskeletimin demirlerinden biri çivisinden ayrılıp düşüverdi. Kumaşımın gergin görünümünde bir gevşeklik oluştuğunda az daha tepe üstü düşecektim. Aynı gün yol kenarındaki vitrinlerden birinin yanından geçerken yansımam olduğuna inanamadığım şeyi gördüm. Su birikintisindeki hadsiz ihtiyarın, eski baston kral olan ben olduğuma nasıl inanabilirdim ki?
Fırtınalı günlerden birinde ise, biz yine alçak irtifadan otobüs durağına varmaya çalışırken, sahibim beni daha fazla tutamadı. Bir yanımdaki demirlerin neredeyse hepsi düşmüştü. O tarafım perde, diğer tarafım tente gibi duruyordu artık. Fırtınanın esiş yönünün tersine ilerlediğimiz yolda verdiğim mücadele kötü bitti. Uçuverdim. Durakların arka tarafına kadar yerde savrula savrula gittim. Sağlam kalan demir parçalarım da yere çarptıkça çatır çatır kırıldı. Öyle hızlı uçuyordum ki, durana kadar nereye geldiğimi bile anlamadım.
İskelenin önüne, satıcımın tezgâhının biraz ötesindeki durak camının önünde büzüşmüş bir şemsiye kalıntısıydım artık. Şemsiyelikten sarkarak etrafa bakınan eski dostlarımı izlemeye başladım. Gri naylon neşeli görünüyordu. Kumaş olmamanın ona verdiği yetkiye dayanarak satın alınsa bile yağmurun onu harap edemeyeceğine inancı tamdı. İşte zarif, çizgili hanımefendi de her zamanki dik duruşuyla kendini belli ediyordu. Onu açacak olsalar yağmur yaptığından utanıp durur. Hepsini özlemiştim. Yine de beni hatırlıyor olsalar bile bu halde tanıyamayacaklarını düşündüm. Gözlerim Tombul Lacivertimi arıyordu. Yırtık kumaşına usta bir yama yapabilmişlerdir umarım diye içlenirken yağmur hızlanmaya başladı. Satıcımız sarı balıkçı botları ve yine sarı, yere kadar inen yağmurluğuyla yetinmemiş olacak ki, tezgâhın altından nadide bir çiçek gibi mağrur bakan suratıyla canım dostumu çıkardı. Düğmesine birkaç kez bastı, dostum kendini göstermedi. Satıcı şemsiyeyi kaldırıp tezgâha öyle sert indirdi ki, zavallı dostum bozuk olsa bile korkudan açıldı. İskeletinde onu ayakta tutabilecek hiç çivi kalmamıştı. Yıkılmış bir çadır gibi görünüyordu. Nedenini sorgulamaksızın birbirinin yerinde olmak isteyen şemsiyelerden hiçbiri güzel dostumun yaşamına imrenmiyordu. Kötü bir emsal, yırtık kumaşlı bir şemsiye olmanın sonu gibi kahredici başlıklar altından ismi anılıyordu.
Kendimi rüzgâra göre konumlandırıp gücünü arkama almaya gayret gösterdim. Kumaşımın çözülen bağlarının iskeletimden ayrılmasına birkaç darbe kalmıştı. Şiddeti azalan fırtına, beni yavaş yavaş eski evime doğru götürüyordu. Duraktan tezgâha doğru süzülürken bir çocuk zıplayıp üstüme çıktı. Tam tepinecekti ki, annesi kollarından yakalayıp kucağına aldı. “Canı çıkmış zaten,” dedi, benim için.
Ardından bağırdım:
“Kuyunun içinde şemsiyesiz yağmura yakalan!”
Kadın hiçbir şey duymadı. Bir tek çocuk, parmağıyla beni işaret ederek ağlamaya, annesinin kucağında tepinmeye başlamıştı. Ben var gücümle evime doğru giderken Tombul Lacivert dostumun dikkatini bağırış çağırışlar çekmişti. Tarafımıza baktı. Beni gördüğünde sevinçten öyle yükseğe sıçradı ki, şemsiye satıcısının ıslak elleri arasından kayıverdi. Hafif olduğundan uçtu. Tak! Önüme düştü. Satıcı neye uğradığını şaşırdı. Aniden kel kafasını yağmur altında buldu. Şemsiyeliğe yönelecekken arkasına aldığı rüzgâr ensesinden aşağı sarkıp uçuşan yağmurluk şapkasını kafasına geçirdi. Diğerlerimiz rahat bir nefes aldı. Satıcı bir kez daha şaşırdı. Şemsiye satmak sırtındaki şapkayı unutmak demek olmamalıydı.
Dostum, lacivert tombulum. Renginden bir şey kaybetmemişsin. Üzerinde zamanın ve zamansızlığın yorgunluğu yok fakat ne çok hırpalamış seni bu adam. Gözlerim kapanmak üzereydi. Kumaşımın sırtımdan sökülmesine iki ilmek kalmıştı. Onunla bir daha konuşamayacaktım. Şemsiyelikten bellerine kadar sarkıp bize doğru eğilmiş şemsiyeler, bizi hiç kıskanmıyorlardı. Fakat yapmalıydılar. Yerimizde olmalıydılar. Tombul Lacivert ile Kırmızı Baston’un kavuşma anı görülmeye değerdi. Cık cıklayıp yazık deseler de, biz üzülmüyorduk.
İkinci ilmek de attı. Eskiden kıpkırmızı, parlak olan kumaşım üzerimden sıyrılıp rüzgâra kapıldı. Dostum gördükleri karşısında büyük üzüntü hissetti, emindim. Kendi ilmeklerini demirin ucuyla keserek açtı. Şöyle bir sarsılıp kumaşı hava akımına bıraktı. Çıplak kalan iskeletlerimizin uçlarını kolayca çözülmeyecek biçimde birbirine geçirdik. Satıcı, şemsiyeler ve yoldan geçip bizi görenler hayret içinde kaldı.
Belki ilk defa, başkalarının yerinde olmak istemiyordum. Tombul, lacivert ile kırmızı baston şemsiyeleri olarak, “Kel Şemsiyeler” çetesini kurduk. İhtiyaç oldukça tecrübeli şemsiye iskeletleri olarak elimizden geleni yapmaya hazırdık.  İki dost birlikte ne maceralar yaşadığımızı anlatmaya nereden başlayacağımı seçemiyorum. Fakat bundan sonra kimse bizim hakkımızda, “Yağmura şemsiye!” diyemeyecekti.

Elif Şeyda Doğan
Mart-2019

Yorumlar

Popüler Yayınlar