Çirkin Suratlar Heykel Müzesi

Bu öykü Vapur Yayınları'ndan yayınlanan "9 Postmodernist Öykü" kitabında yer alan Hayal Tamiri Dükkânı adlı öykümün ilk ve bence olmamış halidir. Benzerliklerin sebebi. 

Heykel müzesinin giriş katı. Camekân. Dışarıdan bakıldığında geceleyin noktacıklar halinde ışıklarla bezenmiş karanlıktan ibaret gözüküyor. Onlarca biçimsiz, görenlerin sıradan bir taşa bile benzetemediği şekillerin hepsi birer surat. Yuvarlak ve asimetrikler. Gözleri oyuntudan ibaret olanlar, kulakları gözlerinden küçük olanlar, her şeyin zerre kadar olduğu bozuk, asık, çirkin suratlar müzesindeyiz.
Karışık saçlı, ufak gözlerinden tehditkâr bakışlar saçan adam, müzenin daimi ziyaretçisi. Her gün müze kapatılmadan az önce gelir, heykellerin hemen önünde dikilir. Eğilip burnunu olabildiğince ileri uzatır. Koklar. Suratları. Onunki kadar yuvarlak suratları. Adamın derisinde bazı akıntılar var. Boyası akmış tablo. Mürekkebi saçılan dolma kalem. Onun yüzünde sulandırılmış renkler var. İrislerinin siyahlığı gözünün akına taşmış. Siyahtan beyaza geçerken grilikler, dalga dalga bulantılar. El tırnaklarının bitiş yerleri belli değil. Dudak çizgisi belirsiz. Ziyaretçi, dağılmış heykel saçlarını bin yıldır su değmemiş, kıvırcıklığı düğümlerinden kaynaklanan saçlarıyla bir görüyor. Paçası kısa gelen kahverengi pantolonunun altında lastiği gevşemiş, bileğinde toplanmış kırmızı çorapları ıslak görünümde. Siyah ayakkabılarının bağcıkları çekilmekten incelmiş. Zaten artık üst üste kaç düğüm. Çözülmüyor.
Suluboyadan yapılmış insan olmak kolay değil. Damlıyor.

Spiral suratlı, müzede vücuda sahip olan tek heykel gözlerini ziyaretçiden kaçırıyor. Hiyerarşinin başlangıcı. En büyük heykel ziyaretçinin yüzüne bakmıyorsa hiçbir heykel göz göze gelmeyecek. Kimileri bundan rahatsız. Yapacakları yoksa da bakılmaya tahammül edilmeyen gözlerini adama dikiyorlar. O ise gümüş, sivri, çirkin şekilli surata gidiyor. Bu suratı saatlerce hayretle izliyor. Karşısında durup öylece. Görevli uyarana dek. Sonra, çıkıyor. Hareli, rengi karışmış gözlerini bir saniye kaçırmadan uzun süre izlediği heykeli ilk defa bugün koklamıyor.
* * *
Çat! Çat! Çat!
Önce camekânın dört yanı sıra sıra kararıyor. Aydınlık dört cephede de yitiyor. Geniş salonun tüm elektrik düğmelerine sertçe basılıyor. Özgürlük. Heykeller nihayet özgür kaldıklarından söz ediyor. Kimse bir metreden sonrasını göremese de birbirlerinin yüzlerindeki rahat gülümsemeyi hissediyorlar. Tedirgin edici ziyaretçinin ilgilendiği heykel uykudan henüz uyanıyor. Bozuk makinelerin aksama seslerinden çıkarıyor. Geriniyor olmalı. Hiçbir şeye benzemeyen suratı mermerden. Parlatılmış. Gümüş rengi. İnsanoğlu işleri biraz daha ilerletirse heykellere gece görüşü de takar, diye düşünüyor. Yüz kaslarını açmak için ağzını geriyor. Yırtılacak. Neredeyse. Heykeltıraşının onun her bir zerresi üzerinde çirkin olması için dilekler dileyerek kaç yıl çalıştığını hatırladıkça tiksiniyor. İnsanlar nadiren buraya kendilerini kabul etmeye geliyor.
Heykel değilim.
Çirkin değilim.
Çirkin heykel suratından ibaret değilim.
Böyle söyleyebilmek için onları görmeye geliyorlar.

 Gümüşi heykel kimseye fark ettirmeden yerinden ayrılıyor. Gün boyu dokunulmaktan parmak izi dolmuş, yağlanmış, milyon mikroplu yüzeyini yıkamak istiyor. Sert zemine iniyor. Gözlerini sonuna kadar açıp karanlığı göz kapaklarının içine doldurmak istiyor. Yüz çirkin surat kör olacağına, bir çift çirkin göz kararsın. Böyle diyor. İçinden. Kimse duymasın. Nasılsa bütün gün gözlerini açmıyor.
Takırtılar. Salonun öte ucundan. Geliyor. Yaklaşıyor. Sanki çivilendi. İlerleyemiyor. Yaklaşıyor. Kulağının dibinde. Dişlerini gıcırdatarak inliyor. Gümüşi heykel ışıklı sütunların biraz olsun aydınlatabildiği belirsizliğe gözlerini dikiyor. En büyük heykel değersiz malzemeden yapılmış, yer doldursun diye koyulmuş orta boylu heykeller tarafından kaçırılıyor. Heykellerin tozunun alındığı siyah ince kumaşlı pürüzsüz bez gün içinde ele geçirilmiş. Şimdi büyük heykelin boynuna dolanmış, sıkılıyor. Gümüşi heykel göremediklerinin farkına vardığında dişlerini sıkıyor. Çenesinde kuvvetli bir ağrı. Büyüyor. Tahminince, en büyük heykelin gözleri büyüyor. Rengi de kararıyor. Boynundan aşağısı da var. Biraz şişiyor. Bedeni karardıkça salonun siyahlığıyla birleşiyor. Heykel hiyerarşisi de orada son buluyor. Büyük heykelin boynu parçalanıyor. Son tahminini sesler teyit ediyor.
 Kafası tuz gibi dağılırken yere düşen bir tabağın kırılmasından daha az ses çıkarıyor. Bedeni cılız bir çocuğun bayılması gibi, süzülerek iniyor. İki büklüm koca heykel. Yumuşak zemine yavaş iniş. Ölümün beklendik olanlarından. Ansızın kırılsaydı halı isyanı koparmıştı. Orta boylu, öylesine heykeller böcekler gibi hızla etrafa dağılıyor. Büyük heykelin çirkin suratı bir yanda, siyahlaşmış, heybetli, yeni tarz gövdesi diğer tarafta. Boynundan aşağısı iki topu birbirine dikmişler gibi. Suratı spiral şeklinde. Zamanımızın heykelleri, diyor görenler. Zamanımız. O da boğuyor. Hepimizi.
Firari heykel üzerindeki parmak izlerine şükrediyor. Kötünün de kötüsü var. Bir heykel elindeki kötüyle idare etmesini bilmeli. Çirkin suratlı heykel elindeki kötüyü alıp yüzüne boca etmeli. O da diğer orta boylular gibi kaçıyor. Kendi sütununun arkasına geri dönüyor. Başını sütununun yanından çıkarmış, büyük heykelin son sözlerini duymaya çalışıyor:
- Ellerin sütunun altında.
Kafası bedeninden ayrılmış çirkin suratlı iri yarı heykel bozuntusu! Böyle de umut tacirliği olmaz ki, son nefesin kursağında. İç sesi böyle konuşuyor. Eller. Her surat heykelinin hayali. Ve sonra ayaklar. Kimisi için iri göğüsler. Ötekiler için şekli düzgün penisler. Güçlü görünümlü kollar. Gövdeler. Şekilsiz ayaklar. İpince bilekler.
- Camekân siyah perdeyle kapatıldı. Suluboya damlalarını takip et.
Son sözlerini söyler gibi değil. Düzgün konuşuyor. Neredeyse dirseğini yere sabitleyip eliyle başını tutacak. Az sonra büyük heykel derin bir nefesi hava kaçıran balon gibi bırakıyor. Ahhhhh... Sütunun arkasında bir panik. Atağa geçiliyor. Sütunu kaldırmalı. Ellerini alıp ayaklarını aramaya başlamalı.
Gümüşi heykel, kendi sonunu birkaç adım ötesinde görüyor. Ölmesi yere düşmesine bağlı. Ellere ve siyah perdelere boş verip kaçıyor. Suratını ite ite ancak on adım gidiyor. Tek başına olmaz. Sütununa geri dönüyor. Elleriyle ayaklarını da almalı. Yanında ikâmet eden İngiltere çirkin suratlısı Cosep denen heykeli dürtüyor. “Öyle durakalmak için mi varsın,” diyor. “Elbette,” diyor öteki, “parmak izlerimi sile sile bitiremeyeceğime göre zamanı bitirmeyi denemeliyim,” Firari heykel, her akşam ve her gece nereye gittiğini kimsenin bilmediğinden artık emin olamıyor.
Çirkin Cosep farkında. Gümüşi heykelin her akşam yıkanmaya gittiğinin. Hatta belki ellerinin nerede olduğunun, neden kollarının ucunda olmak yerine sütunun altında olduklarının. Her şeyin. Gümüşi heykel, “Cosep, Cosep,” diye inleyerek ağlamaya başlıyor. Cosep gözlerini diğer tarafa çevirerek ıslık çalmaya başlıyor. “Seni duymuyorum, eller de ayaklar da umurumda değil,” ıslığı.
Gümüş heykel idrak edemiyor. Bir saat evvel üzerine çivilenmiş gözlerden kurtulup uzun bir duş hayal ederken şimdi zamanı geri almak, o adamı karşısında görmek istiyor. Her akşamüstü ve gece sütunun üstünden kalkıp müzenin arka tarafında gönlünce vakit geçirdiğinde, geniş salonda ellerini ve ayaklarını kendine takan çirkin suratlı heykeller ne yapıyor? Rahmetli, gümüş heykele bunu söylemek için bunca zaman neden beklemiş olsun? Gümüş heykel kendini bırakıp sütunun yanına sığınıyor.
Müze salonunda uğultular yükseliyor. Büyük heykelin yok oluşu kulaktan kulağa yayıldıkça efsaneleşiyor. Orta boylu heykelleri ayakları altında ezecekken kayıp düşmüş, un ufak olmuş. Hayır, kayıp düşmeden evvel öyle bir üfürmüş ki, etrafındaki heykelleri savurmuş. O yüzden o düşer düşmez ortalıkta kimse kalmamış. “Sizler gibi kollarım olsaydı bu üzgünlükte göğsümde kavuştururdum,” diye bağırıyor.
Büyük heykelin dört yana saçılan paramparça taşlarını toplamak için geri dönen orta boylu heykeller az önceki gibi değil. Kolları, ayakları ve onları başına bağlayan iri gövdeleri. Gümüş heykelin panikten birbirine dolaşacak elleri ve ayakları yok. Sütunun altında, arkasında, onun suratına ait olan hiçbir yerde. Karanlığa dost çıkan lambalar bir bir patlıyor. Hiçlikte asılı kalmış bir parça müze zemininin üzerinde, ona ellerini ve ayaklarını vermeyen sütunun arkasında tek başına. Onun suratını aydınlatan ışıklar da sönmeye başladığında karanlıktan gelen suratları seçiyor. Orta boylular, daha büyükler ve küçükler. Suratlar yüksekte. Asıl olması gerektiği yerde. Ayaklar onları yükseltiyor. Kollarını ileri uzatarak yürüyorlar. Görmedikleri için gümüş heykelin suratını kaçırmak istemiyorlar. Ayaklarını sütunun altından çıkartıp bulduğu ilk gövdeye takarak nihayet bir bedene sahip olduğundan eminler.
Gümüşi heykel dehşetin verdiği yüz gerginliğiyle yassılaşmış, anlamını kaybetmiş görünüyor. Ağzı kapanmıyor. Gözleri az sonra yerinden fırlayacak. Kendini bırakıyor. Başının arkası yere gelecek şekilde. Kırmızı kurdeleyi ayaklarıyla ezen suratlar saldırgan homurdanmalarla büyük gürültü koparıyor. Sözleri seçilmese bile, canına kastedecekleri anlaşılıyor. Son ışık da sönüyor. Kocaman taş ayakların öfkeyle zemine indirilmesinden çıkan sesler olmasa, gümüş heykel sonunun ne zaman geleceğini hesaplayamaz. Simsiyah müze salonunda, en büyük heykelin parçalanışı gözlerinin önünde, tuz tanecikleri kadar küçük zerrelere ayrılmayı bekliyor. En azından bu görüntü gitsin diye olacak, gözlerini kapatıyor.
Müze salonunu çevreleyen karanlık camlar. Sayfaların çevrilmesi gibi açılıyor. Gümüşi heykelin kapalı gözlerinin ardında tanımsız bir sarılık. Tüm lambalar açıldı sanıyor. Gözlerini açtığında camların sıra sıra açıldığını görüyor. Siyah bir yüzey camın üzerinden itinayla sıyrılıyor. Gözlerinin üstünde kendisine doğru inen taş ayağı görene dek mutlu. Kendini sağa deviriyor. Yüzüstü yapıştığı halıda en çirkin surat olarak sergilendiği günlerin özlemi var. İçinde yükselen heyecanla ağır varlığını öne atıyor. Alanının dışına çıktığında rahmetli büyük surat heykelin sözlerini yeniden duyuyor: “Camekân siyah perdeyle kapatıldı. Suluboya damlalarını takip et.”
Kendini doğrultamıyor. Hiçbir uzva sahip olmadığını gören işgalci suratlar hiddetle üstüne yığılıyorlar. “Bizim gibi olmayan, öl!” Saatler önce bittiğine inandıkları heykel hiyerarşisi. Diğerleri, sahip olduklarını karşısındakinde göremediklerinde, onu yok etmek istiyor. “Bizim gibi olmayan, öl!” Az önce parçaladıkları büyük heykelin son sözleri kulaktan kulağa yayılmasa hiçbiri kendi alanını aramayacak, heykeltıraşlarının vakti geldiğinde ortaya çıkaracağı uzuvlarını suratlarına takamayacaklardı. Zamane heykelleri. Gümüşi heykel, koca suratını ezen taş ayaklara teslim oluyor. “Bizim gibi olmayan, öl!” İrice var edilmiş gözlerini kapatmıyor. Sonunu görmeyi hak ediyor. Özenle yana yatırılmış saçları neyse ki hengâmede dağılmıyor. Bazı ayrıcalıkları olan heykellerin sonu birbirlerinin ellerinden geliyor.
“Bizim gibi olmayan, öl!”
“Bizim gibi olmayan, öl!”
“Bizim gibi olmayan, öl!”
Kimin bastığını, hangisinin sağlam bir tekmeyle yuvarladığını göremeyen heykel, bir el, hem de taş bir el tarafından ayaklar altından çekiliyor. Çirkin Cosep. Müze asıl şimdi aydınlanıyor. İngiliz ellerini bulmuş. Parçalanmak üzere olan komşu heykeline kıyamıyor. İşgalci heykeller ayaklarını neye bastıklarına dikkat etmeden kaldırıp indiriyor. Birbirlerinin ayaklarını ezdiklerinde bunun gümüşi heykelin suratı olmadığını bilmiyorlar. Tek istedikleri: “Bizim gibi olmayan, öl!”
Cosep, henüz kullanmaya alışmadığı kollarını bükemiyor. Çirkin suratı taşıyor. Kıramadığı dizlerini sıra sıra öne atarak onu gözü dönmüş heykel kalabalığından uzaklaştırıyor. Müze salonunu ortasına geldiklerinde, karşılarındaki camın ardında onları izleyen adamı görüyor. Cosep’in taş kolları gevşiyor. Çirkin surat halıda. Değiştirmediği gevşemiş kırmızı çoraplarıyla orada dikilen adamın gözleri yine gümüşi heykelde. Cosep şimdi dizini bükebiliyor. Kıçına dek götürdüğü ayağını ileri atıyor. Çirkin suratın tam ortasına. Heykel kafası yuvarlanmaya başlıyor. Kırmızı halı, müze tavanı. Kırmızı halı, müze tavanı. Defalarca dönüyor. Salon bitip de beyaz zemine geldiğinde yan yatmış vaziyette yola bakıyor. Damlalar. Büyük heykelin söylediği suluboya damlaları. Kırmızı, gri, mavi, mor. Adamın üzerinde olan tüm renkler. Takip etmekten başka çare bulamıyor.
Damlalar arasında birer metre var yok. Nihayet kapıya geldiğinde, müze girişlerindeki öten cihazların içinden geçmek için kendini doğrultuyor. Çenesini ileri geri oynattığında suratı yol alabiliyor. Ses yok. Metal olmadığını biliyor. Müzeden çıktığında bir çift tozlu ayakkabı burnunun dibinde bitiyor. “Perdeleri açtım,” derken çarpık dişleri, az önce orada olmayan güneşin keskin Tilbeleriyle parlıyor. Ayağının ucuyla heykel suratı yükseltip göğsünde yumuşatıyor. Bir kolunun altına sıkıştırdığında, gümüşi heykel burnunu da kaybetmeyi diliyor.
Gittikçe ısınan hava, suluboyayı eritiyor. Mor kollarından akan boyalar gümüş heykele bulaşıyor. Arka cebinden cılız heykel kolları çıkarıyor. Çirkin surat bozuluyor. “Benimki neden içeride değil?” Sesi adama ulaşmıyor. Diğer cebinden tutmayan taş ayaklar çıkarıyor. “Benimkiler neden böyle?” Duysa da çaktırmıyor. Gümüşi heykelin ne büyüklüğüne ne de çirkinliğine uyan uzuvları cebinden çıkardıkça, surat nefes alamaz hâle geliyor. Surat adamın kolunun altında kıpraşmaya, oradan kurtulmaya çalışınca panikliyor. Elindeki kolları ve ayakları düşürmemeye çalışırken müzenin içinden tahammül edilmez gürültüler yükseliyor. Bir yanda kolunun altında hâkim olamadığı çirkin surat, diğer tarafta müzenin içindeki heykel isyanı. Hiç olmazsa çığlıkları anlamlandırmaya çalışıyor.
“Benim kolum!”
“Taş kafalı! Uzun kollar bana ait!”
Panikten sıcak basan vücudu boya saçan suluboyadan adam, damlaya damlaya göl oluyor. Rengarenk bir gölün ortasında tutmayan uzuvlarıyla kalan gümüşi heykel bir daha müzede yaşayamayacağından emin. Perdeleri açık müzenin içine baktığında, orta boylu heykellerin beğendiği kollara sahip olan heykel suratları aynı siyah bezle boğarak parçaladıklarını görüyor. Suluboya havuzunda biraz yüzüp kendine yeni bir sima edindikten sonra, olanları unutmak ve yeni bir başlangıç yapmak üzere, resim-heykel müzesinin deneysel çalışmalar katına müracaat etmeye gidiyor.
Elif Şeyda Doğan

Yorumlar

Popüler Yayınlar