Ave Sokağı Yanardağı

Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi'nin "Yanardağ" temalı 115. sayısında yayımlanmıştır.
Bu akşam hayattan turuncu bir şey istiyorum. Belki bağcıkları elimi acıtmayan yeni bir ayakkabı. Bunun için annemin yedi zengine daha hiçbir anlam ifade etmeyen resimleri yok pahasına satması gerek. Beyaz zeminin üzerine üç tane daire boyayınca mest oluyorlar. Bunu yapmasını istemiyorum. Öyleyse ucuz bir oyuncak da olur. Fikir içimde doğduğu an karın boşluğum tarafından reddediliyor. Haklı buluyorum. Komşunun uzağa, yatılı okula giden oğlunun eski oyuncakları odamda bana yer bırakmıyor. Hepsi beyaz. Çünkü hepsinin boyaları sökülmüş. Tüm zamanım hangisinin eskiden turuncu olduğunu tahmin etmeye çalışmakla geçiyor. Belki bir yanardağ istiyorumdur. Annemin heyecansız ses tonuyla anlattığı masaldakinden. Bir defa bile değişmeyen vurguyla, soluksuz anlatmasına rağmen kafamın içi nasıl datupturuncu olmuştu.
Tertemiz bir tuval ve birkaç tüp boya almaktan dönüyoruz. İçinde “turuncu” geçen şarkılar uyduruyorum.
İşte çocukluğun verdiği enerji
Bir kutbu kapıların deliği
İşte geldi portakalın çekirdeği
Ve turuncu düşlediğim tekerleği
Annem bir saniyeliğine bile gülmüyor. Biçimli dudaklarındaki tek hareket soğuktan titremek. Ben hiç susmadığım için ağzımdan çıkan buhar, dudaklarımı ve burnumun ucunu ısıtıyor. Yürüdüğümüz yolun sonundaki sarı sokak lambasının altında bir beden seçiliyor. Önünde bir tezgâh. Annem görür görmez hızlandı. “Turuncu,” dediğini duyar gibi oldum. Kanım lıkır lıkır akmaya başlıyor. Söylediğimiz şarkılar birden gerçekleşebiliyor. “Bilseydim başka sözler söylerdim,” bile demiyorum. Derdim turuncu.
Çelimsiz adamın birinin, ayaklarının aksak olduğu yamuk duruşundan anlaşılan seyyar meyve tezgâhına varıyoruz. Annem beş küçük boy portakal istiyor. Sokak lambasının sinsi yansımasıyla bu kadar taze ve lezzetli görünen portakallar, turuncu gözenekleriyle sıska seyyara, “Beni seç,” diye yalvarır gibi bakıyorlar. Kurtulmak istedikleri şeyi merak ediyorum. Sıskaya ait şekilsiz el, portakalı kaldırıp yumuşamış tarafını görünce bize dek ulaşan öfkeli fısıltılarla turunçgillerin sülalesini anıyor.
Yalvarmakta haklılarmış. Sıska seyyar, tezgâhın önüne kapaklanıp kucağına aceleyle beş portakal doldurmaya yelteniyor. Her birinin altı bataklık vıcık vıcıklığında. Portakalların üzerine oturdukları yerleri hareketsizlikten çürümüş. Sıska seyyar onları bazen yürüyüşe çıkarmadığı için pişman mıdır, diye yüzüne bakarken dudaklarının arasına, ta en sağa sıkıştırdığı sigarasını yuvarlak yuvarlak tüttürdüğünü fark ediyorum. Duman gözlerini yakıyor, belli. Bir yandan aralık dudaklarının arasına bir kez daldırıp çıkardığı nasırlı parmak ucunda taşıdığı tükürükle poşetimizi açmaya çalışıyor.
Annem adamın omzunun ardından portakalları görmek için eğilince yeni aldığımız tüp boyalar bile renk değiştirip sinirden kızarıyor.  Havada duran elimin parmakları neredeyse birbirine düğümlenecek. Midesi bir kalkıp bir oturan annem, oracığa kusamadığı için sımsıkı tuttuğu elimi acıtıyor. O poşetin içine girecekleri mutfak tezgâhına koymayı dahi düşünemiyor.
Portakallardan biri kaldırılıp diğeri indiriliyor. Her biri bozulmuş bir şeylere. “Bizim bahçede eskiden bunlardan vardı,” diyorum bağcıkları açılmış ayakkabılarıma, “tabii o zaman siz yoktunuz.” Bir tek ikimiz duyuyoruz. Hiçbir şey aynı anda olmaz. Düzeltiyorum. Gerekli olan şeylerin tümü, asla aynı anda olmaz. “Asla”, korkunç derecede uzun bir zaman. “Çünkü dünya, içindekilere garezi olan birinin cebinde,” diyorum. Sıska seyyar portakal mıncıklamaya ara verip yüzüme dönüyor. Annemin eli gevşiyor. Elim havada salınarak bacağıma çarpıyor. Sonuncuyu sesli söylediğimi ağzımdan çıkıp burnumun ucundaki donmayı durduran buhardan anlıyorum. Kulak içini tatlı tatlı gıdıklayan “Şşşşşşşş!” sesi yükseliyor. Sıska seyyarın dumanının pek de havalı bir şey olmadığına seviniyorum. Kısa sürede herkes az evvelki yürek sıkıştırıcı pozisyonlarına geri dönüyor.
Annem, şükürler olsun ki, portakallardan vazgeçiyor. Midesinin bunu kutlayacağından şüphem yok. Eliyle boşlukta “Ohoo...” yapıyor. Sıska seyyar dumanlar arasında az çok seçilen gözlerini en ucuna dek çekmiş, annemin elini kesiyor. İlk kimin davranacağına dikkat kesildiğimde çoktan sürüklenmeye başlıyorum. Annem dik bir yokuşu var gücüyle çıkıyor. “Mikroplarına söyle, sevinsinler,” diyor, “bugün de vitamin yok.” Elimi dişlerime değene kadar ağzıma sokup gizliden de gizli kıkırdıyorum. Mikroplar her şeyi biliyor. Sıska seyyarın tükürüklü eli çoktan kuruyor.
Ave Sokağı’na, evimiz bu sokakta, girdiğimizde adımlarımız yavaşlıyor. Benim sekiz adımın annemin bir adımına eşit olduğu için, ben hâlâ koşturuyorum. Gözleri yola dizilmiş taşların arasından çıkan otlara mı takılıyor? Yoksa taşları mı beğenmiyor? Cumbalı evler dirsekleriyle birbirini dürtüp bizi gösteriyor. “Ressamın oğlu,” diyorlar benim için. “Çok resimleri var ama hiç portakalları yok.” Böyle diyorlar. “Resim beyin vitamini, portakal kan vitamini,” der annem. Komşumuz göçmen Maria, ona Ave Maria derler, bu sözünden ötürü anneme, “Bir gün vitamin zehirlenmesinden gideceksin,” der. Annemse kıvrak bilek hareketleriyle fırçayı sallarken, “Boya kokusundandır o,” diye cevap verir. Her öğleden sonra.
Yol siyah. Gök siyah. Ayakkabılarımın çizilmiş yerleri gri. Gerisi siyah. Evlerin boyaları yeşil, mavi ve yine yeşil. Yalnızca gündüzleri. Bu karanlıkta onlar da siyah. Biraz turuncu arıyorum. Ave Sokağı turuncusu adını koyabileceğimiz bir tonda, bu yaşamdan umduklarını bulmuş ve kendini turuncu olmaya adamış bir turuncu. Evler gittikçe yükseliyor. Hayır, yokuş yükseliyor. Evler hep aynı boyda kalıyor. Görevlilerin sık sık kapımızı çalıp içinden çıkmamızı önerdiği, etrafını korumayla saracaklarını söyledikleri evimize ben daha hiç turuncu bulamadan giriyoruz. Yıkılabilirmiş. Evimiz. Annemi üzüyorlar. Bir keresinde, “Ne evi, burası saray, ben de bu sokağın en küçük kralıyım.” diye çıkıştım onlara. Yani, öyleymişim. Bunu da Ave Maria diyor. Penceresi bizim penceremize yok yakın. Çamaşır ipi gerdirilmiş iki çivi ile bağlıyız birbirimize. Bize sık sık gelir. Asıl evim dediği yerde adının ve lakabının birleştiğinde kutsal anlamlara geldiğini anlatıp durur. Bu mahalleye taşınmak başına gelen en güzel şeylerden biriymiş. Buna en güzel dediğine göre başına hep bayağı kötü şeyler geldiğini çıkartmak zor olmuyor.
Annem, bir tek onun boyu yettiği için elektrik düğmelerine yaklaşıyor. Elini henüz bırakmadım, çekiştiriyorum. Onunla bu yolla rahatlıkla anlaşabileceğimi biliyorum. Beni önüne alıp karnımı yanlardan kavrıyor. Tek ıkınmayla beni kaldırabiliyor. Yüzümü duvarda gezdiriyorum. Düğmeyi bulduğumda burnumla ona vuruyorum. Körlük sona eriyor. Annem beni yüksekten yere bırakıyor. İki ayağımın üzerine düşmüyorum. Üzerindeyken sakıza benzediğim ahşap zeminden kendimi kurtarıyorum. Annem çoktan odalardan birinde beyin vitaminini paraya dönüştürüp bana kan vitamini yapmanın yollarını arıyor. Oysa ben turp gibiyim, kıtır kıtır bir turp.
Ertesi sabah, annemin yatağının altına saklanmış, yukarıdan gelecek kıpırtıyı bekliyorum. Sağlam bir şamar yemenin kısa yolu bundan geçiyor. Sokaktan mutlu insan gülüşleri, aceleci insan soluksuzluğu, suçlu insan suskunluğu birleşip yükseliyor. Yatağın altında yüzüstü yatmış sıkılıyorum. Ellerimi çenemin altında birleştirip başımı yükselttiğimde erken kalkıp yol alan karıncaları izleyebiliyorum.

Trafik yaratmak için baş parmağımla işaret parmağımın oluşturduğu çimdikte karıncaları kaldırıp birbirinin tam önüne bırakıyorum. Çarpışıp birkaç karınca adımı kadar savruluyorlar. Onları incitmemek için daha fazla mıncıklamak istemiyorum. Artık sadece işaret parmağımı engelli koşu yükseltisi olarak kullanıyorum. Bir adım sonrasına onlar için Kafdağı kadar yüksek görünen parmağımı indiriyorum. Ya iyice yamacına sokulup parmağımı gıdıklıyorlar ya da azimle zirveye tırmanmaya çalışıyorlar. Sürekli bir kaçış yolu buluyorlar. Sıkılıyorum.
Annem horluyor. Dudakları sıska seyyarınki kadar aralıksa ip gibi dizilmiş siyah şekerlerin, karınca demekten daha iştah açıcı, içeri sızmasından korkuyorum. İşin kötüsü, bunun olacağına birdenbire inanıyorum. Hatta onlara bileniyorum. Böyle durumlar için, çünkü bu bana sık sık olur; aklıma gelir, inanırım ve öcümü alırım, cebimde tıkır tıkır ses çıkaran kibrit kutumu yokluyorum. Gözlerimi annemin ağzında ne işleri olduğunun hesabını soracağım kalleşlere dikiyorum. Öfkeden kızarıyorum. Titriyorum. Ayak parmaklarımdan saç uçlarıma doğru titreyerek yükselen bir ısı var. Ağzımı aralasam lavlar püskürteceğimden korkuyorum. Kibriti çoktan kutusuna sürtmeye başladığımı görüyorum. Bir tanesini yakabildiğimde, “Turuncu!” diye bağırıyorum. Ağzımdan çıkan havayla savrulan ateş, yandan bakan biri için lav püskürmüşüm gibi görünebilir.
 Üst katımda bir hareketlilik. Burnumun içine dolan o koku. Yatağın hemen altına, yan yana duracak ayaklara son derece uygun konumdaki terliklere inen bir çift ayak. Oysa buraya saklanmaktaki amacım annem ayaklarını tam sokacakken terliği sağlam bir tokatla karşı duvara kadar atmaktı. Yine de, işte turuncu, diyorum. Annem artık içi dolu olan terliklerin içinden çıkan ayaklarını iki yana açıyor. Yerinden kalkmadan eğilerek yatağın altına bakıyor. Yüzüme tersten bakarak tükürüyor. Elini yatağın altına attığında geri sıçrıyorum. PAT! Kafatasım yatağın alt demirinin şeklini alıyor. Annem dişlerini sıkıp gözlerini kapatıyor. Oh, şaplaktan yırtıyorum.
Gün, ayrı odalarda geçiyor. Karın boşluğumda henüz konuşmayı öğrenmiş biri büyük günahları olan küçük çocukların avuç avuç karınca yemekle cezalandırılacağını bağırıyor. Elimle üstüne bastırıyorum. Öksürürken konuşmaya çalışmaktan vazgeçmiyor. Etrafa, böbreklerime mesela, tükürükler saçtığından eminim. Karınca yakmanın bedelinin kaynayan, fokurdayan bir yanardağın içine hapsolmak olduğunu söylüyor. Bir tane vuruyorum. Birkaç saniye nefesim kesiliyor. Derin bir nefes aldığımda kapıdaki gözleri fark ediyorum. Ekranlarda gördüğüm usta suçlulara özenip aşikâr olanı görmemiş gibi yaparak kendime söylenmeye başlıyorum. “Yanardağlarda kavrul, böcek!” derken bir tane de tokat yiyorum. Kendimden. Kapı sessizce yalnız bırakılıyor.
Yetinmeyi bilmiyorum. Kapıyı ve daima ardında sakladığı odayı terk edip az önce beni seyrettiğini katiyen bilmediğim annemin yanına gidiyorum. Şovalenin başında. Palete sarı ve yeşil boyalardan birer damla sıkıp incecik uçlu fırçasıyla karıştırıyor. Taburesinin rahat bir sırtı olmasını istiyor. Belini doğrultup gererken çıkan sesler çamaşır ipine binip göçmen Maria’ya dek ulaşıyor. Neyse ki, Ave Sokağı henüz derin uykusundan uyanmıyor.
Bu kez de annem ne yaptığımı görmediğini iddia eden ifadesiz maskenin lastiklerini kulaklarının arkasına geçiriyor. O benim kadar usta değil. Gözleri fır dönüyor. Palete daha sert darbeler atmaya başlıyor. Sarı ile yeşil hiçbir zaman bu kadar haşır neşir olmamıştır. Boyum, annem yüksek taburedeyken karnına denk geliyor. Dirsekten büktüğü kolunun altına kafamı sokup alnımı karnına gömüyorum. Bir süre oralı olmuyor. Kafamı sallamaya başlıyorum. Paletin temiz yerleri, annemin bulduğuna emin olduğum büyülü renge bulanıyor. İyisi mi fırçayla paleti masaya indiriyor. Ellerini saçlarımın arasına indirdiğinde içimdeki yüksek boylu ağaçlar rüzgarla dansa kalkıyor.
Her bir saç teli mest olduktan sonra, nihayet suçlu kafamı kaldırıyorum. Yüzümde dünyayı henüz görmüş bebek ifadesi. Doğrulurken karın boşluğumda annemin duygularını sömürmekle ilgisi olmayan kasılmalar hissediyorum. Usta suçluların sessiz çığlıkları, diyen bir kitabı hatırlıyorum. Geç kalmadan uyguluyorum.
“Ah, anneciğim...” Ruhsuz, ya da benim eşiğimden yukarıda kalacak kadar fazla ruhlu köşk çocuklarının kusursuz vurgularını kullanıyorum. “Nasıl da korkuttum sizi.” Annem etrafına bakıyor. Ave Maria, diye sesleniyor. Çamaşır ipi göz ucuyla bizim pencereye bakıyor. Karnıma çaktığım yumruğun etkisinin kafamdan çıkmasından korkuyor. Elinin tersini boynuma, ince, boyasız dudaklarını altına değdiriyor. Ateşim yok.
“Yalnızız, güzel çocuğum.”
Karın boşluğumda usulca kendine gelen dilli vicdan, “Bir de hasta numarası mı kesiyorsun?” diyor. Sımsıkı kapadığım yumruğumu yay gibi gerdiğim gövdeme indirmeye hazırlarken annem tek eliyle iki yumruğumu da kavrıyor. Zamanı geliyor.

“Bu renkle benim için büyük günahları olan küçük çocukların içinde kavrulup püskürerek çok yükseğe, bir bulutun bile üstüne fırlayacağı bir yanardağ resmi yapar mısın?”
Elleri yine çözülüyor. Başımı dizine yaslıyorum. Mağdur çocuk iç çekmelerini eksik etmiyorum. Annem elini masaya atıp turuncu boya tüpünü alıyor. “Önce karıncaları saklamam gerek,” diyor. Ellerini ovuşturan sinek beynimin içinde kıkır kıkır vızlıyor.
Karın boşluğum yeniden boş.
Elif Şeyda Doğan


Yorumlar

Popüler Yayınlar