Ölü Kedi Taciri

Kötü insanların elinde canavara dönüşebilecek fikirlerim var. Ölmüş bir kedinin tüylerini kırpıp kuruyunca beyazlaşmayan yapışkanlarla odamın duvarını kaplamak gibi. Beni yargılayabilirsiniz. Bana acıyabilirsiniz. Kedilere ya da odamın duvarlarına da. Hayalimi gerçekleştirmek için soğukkanlılıkla ve salamla yaklaştığım sokak kedilerinin hayatlarına son verseydim beni linç ederdiniz. Haklı olarak.
Sokaktaydım. Eve gerekenleri aklımda listelemiş, unutmamak için fısıltıyla tekrar ederken terlik geçirdiğim ayaklarıma bakıyordum. Tüm yaz kararmış kollarıma ve bacaklarıma göre vücuduma sonradan eklenmiş kadar beyaz duruyorlardı. Özellikle bu kırmızı terliklerle. Üç patlıcan, iki kabak ve yarım kilo domates. Kâbusa çok yakın bir akşam yemeği olacağı sezgim kuvvetliydi. Bu yüzden alacaklarımı unutmak istedim. Aklımdaki listeyi üst kalite silgimle sildim. İzi bile kalmadı. Etrafa bakmaya başladım. Dudaklarımın da unutması lâzımdı. Böylece manava uğradığımda güzel dolmalık biberler alabilirdim. Yalnız yaşamama rağmen en sevmediğim yemeği yapmamak için kendimi ikna etmek zorunda kalmam evin koyduğu kurallar yüzündendi. Bana kendimi aşmamı tembihliyor, yapmayacağın şeyler yap diyordu. Yine de o gün patlıcan fikrini erteleyebileceğimi düşünmüştüm.
Bazen diyorum ki, keşke o akşam patlıcan yeseydim.
Etrafa bakmaya başladığımda mahallenin çöplüğüne gelmiştim. Kırk derece sıcağın altında güçlenmiş tiksinç koku bana kendimi bile unutturdu. Bu kadar kötü kokanın ne olduğunu anlamak için adımlarımı yavaşlattım. Hep özendiğim arabalarıyla usulca yanaşmış hurdacılar gibi davranıyordum. Nefesimi tuttum. Ayağım kaysa çöpün içine düşecek konumdaydım. Eğildim. Sineklerden bir şey görünmüyordu. Yeni yıkanmış olduğumu unutup kolumu dirseğime kadar içeri daldırdım. Çöplerin gökyüzünü temizledim.
 Ama bazen diyorum ki, keşke sinek saldırısına müsaade etseydim.
Ölü kedi gördüm. Günüm alt üst oldu. Derin nefes alamadım. Bir yerim çok acıdı. Fiziksel değildi. Koşar adım eve döndüm. Çantamı ve terliklerimi onlardan kurtulurcasına üstümden attım. Yine de, evimin girişinde yaşadığım güçlü öğürmelerin ve baş dönmelerimin ardından kendimi odama attığımda şöyle bir duvarlara baktım. Ne kadar boşlardı. Beyaz, soğuk, kişiliksizdi. Tablo, duvar kâğıdı ya da aile fotoğrafı yoktu. Zemin koyu renk parkeydi. Halı uzun tüylü, kahverengiydi. Tıpkı konteynırdaki kedinin tüyleri gibiydi. O da bol tüylü, yer yer açık, bazı bölgeleri ise koyu kahverengi değil miydi? Tam olarak öyleydi. Tavana baktım. Başımı yastığa indirdiğimde bana güzel hayaller kurdurtacak neyi vardı ki? Tavanımın başımı usulca yaslayıp dertlerimden sızlanabileceğim yumuşak bir omzu olsa, tıpkı o kedinin tüyleri gibi hani, fena mıydı? Geç saatlere kadar ellerimi pürüzlü, beyaz boyalı duvarda gezdirdim. Eskiden böyle temaslar ürperti verirdi. Tırnağını duvara dokunduran birini görünce kasılıp kaldığımı bilirim. Bu sorun için harika bir çözümüm vardı. Yumuşacık duvarlarım olabilirdi.
Öğleye doğru uyandım. Hiç uyumamayı planlıyordum ama alışık olmadığım hisler, mutluluk ve yakın gelecek planına sahip olmak, bünyeme ağır gelmişti. Sırtımı duvara yaslayıp oturduğum yerde uyuduğum için bitkisel hayattan yeni uyanmış gibiydim. Kaslarım açılmıyordu. Henüz ayağa kalkamadan tüyleriyle sıklıkla övündüğüm halının üzerinde kollarımı ve bacaklarımı açmak için gösterişli hareketler yaptım. Gözüm duvardaki saatteydi. Aylar önce sinir anında sesinden tiksinip pillerini çıkararak son nefesini vermesine sebep olmasaydım ne kadar zaman kaybettiğimi görecektim. Nihayet yürüyebilecek hâle geldiğimde güneş tepeden gitmişti. Evden aceleyle çıktım. Merdivenleri ikişer üçer indim. Bu saatlerde sokaklar boş ve sıcak oluyordu. Hayallerime doğru attığım adımlar, dolunaylı gecede çamaşırları toplayıp balkonu tamamen açık hâle getirmekle aynı zevki veriyordu.
Olay mahalline vardım. Arka cebime sıkıştırdığım temizlik maskemin lastiklerini kulaklarımın arkasına geçirdim. Nefesimi tutmak zorunda kalmazsam otuz saniyeden daha uzun vaktim olacaktı. İçeri eğildim. Tanıdık çöplerdi. Aynı evlerden aynı saatlerde aynı konteynıra atılmış aynı markanın bakteri dolu süt kutuları bu defa umurumda olmadı. Elimle çöpleri yarıp aç böceklerin arasından kurtarmam gereken güzel biri vardı. Artık ayaklarım havadaydı. Birisi arkadan ayaklarıma ufacık dokunsa tamamen çöpün içine girecektim. Şuradaki kuyruk muydu? Yakaladım. Devamının da geleceğini düşündüğüm için kuvvetle çektim. Sadece kuyruk geldi. Elimi konteynırın iç duvarına hızla çarptım. Hevesimin kırılmasına izin vermemek için kuyruğu arka cebime tıkıp devam ettim. Aynı yeri bu kez daha hızlı aramaya başladım. İki pembe pati yastığı gördüğümde maskenin içinde sıcak hava dalgası yaratacak bir kahkaha patlattım. Lütfen o an kimse bana bakmamış olsun.
Patilerinden yakaladığım iki ön bacağa bağlı yarım gövdeyi çektim. Başı ve arka bacakları yoktu. Devam edebilecek kadar iyi hissetmiyordum. Çıktım. Ayaklarım yere basıyordu ve leş gibi kokuyordum. Sakince eve yöneldim. Arka cebimden kuyruk sarkıyordu. İki bacaklı eksik gövdeyi gömleğimin içinde tutuyordum. Kimseyle karşılaşmamak için başımı öne eğdim. Ne kadar hızlandığımı fark etmedim, deliğe anahtar sokmaya çalıştığımda nefes nefeseydim. Defalarca denedikten sonra nihayet açabildim. Hemen girişte, soldaki ilk kapı banyoydu. Orayı açıkça arzuluyordum. Küveti doldurdum. Suya köpük döktüm. Birkaç oyuncak, mum, güzel koku. İşi olabildiğince sıradanlaştırmalıydım. Soyunmaya başladım. Kediden arta kalanlar temiz havluların üzerinde yatıyordu. Çırılçıplak kaldığımda en üstteki havluyu kirli sepetine attım. Onun parçaları avuçlarımdaydı. Küvete yaklaştım. Önünde diz çöktüm. Dirseğimle suyun ısısını kontrol ettim. Titretecek kadar soğuk ya da yakacak kadar sıcak olmamalıydı. Ilıktı. Bebek banyosu gibi olacaktı. Ellerimi suyun içine soktum ve çektim. Şimdi kuyruk ve ön bacaklara bağlı kısmi gövdenin tüyleri suyun üzerinde yüzüyordu. Köpükleri araladım. Duru suda kanın damardan ayrılışını izlediğim için ağlamam gerekir miydi? Bunu ben yapmamıştım. Kapıdan biri girse ve ona her şeyi anlatmam için ısrar etse, bana kızabileceği tek şey böceklerin ve sineklerin ziyafetine mani olmam olurdu.
Su kıpkırmızı oldu. Tıpayı açtım. Küvetin içinde izler kaldı. Banyoya yaşanmışlık katmıştım. Temiz havlulardan birini alıp onları sardım. Mıncıklayarak kuruttum. Ne kadar sürdüğünü bilmiyorum. Havluyu açmaya karar verdiğimde yeterince kurumuş ve kıvırcıklaşmış tüylerle karşılaştım. Bu, olabileceğinin en iyisi değildi. Fön makinesi ve fırçayı aldım. Şekil verene kadar uğraştım. Düz, ince ve uzun tüyler, sarı, beyaz ve kahverengi, kırçıllıydı. Isındıklarında iyi koktuklarını söyleyemezdim. Ama çok bakımlı görünüyordu. Sıra tıraş makinesindeydi.
Artık karşımda kel kedi parçaları vardı. Onun için üzüldüm. Ağzım açık ağladığım için nefes verdiğimde kesilmiş tüyler önümde uçuşuyordu. Buna da son verdim. Onları alıp odama götürdüm. Diğer malzemeler hazırdı. Yapıştırıcı, merdiven ve eldiven. Yatağın karşısındaki duvarın sol üst köşesinden başladım. İki karış kadar yetti. Yemek yaparken de böyle oluyordu. Ya iç malzeme fazla geliyordu ya da suyu eksik kalıyordu. Bunu düşünürken işim bitti. Yatağıma uzandım. Ellerimi başımın altında birleştirdim. Ayaklarımı üst üste attım. Yumuşak duvarıma bakarak biraz hayal kurdum. Sonra onları rüyamda gördüm. Yeni kedileri. Henüz ölmüş kedileri. Sıçrayarak uyandığımda oda karanlıktı. Artık işimin kalmadığı kedinin tüysüz parçalarını banyoda öylece bıraktığımı hatırladım. Uyumaya devam ettim. Rüyamda banyodaydım. Bir kedi saçlarımı kesiyordu. Kafesine serecekmiş. Uyandım. Sabahın erken saatleriydi. Çok güzel planlarım vardı.
* * *
O gün hiçbir şey yapamadım. Gözüm televizyondaki bir sabah programına takıldı. Öğle saatlerine kadar kahvaltı bile yapmadan onları izledim. Ekranın arkasındaki kımıl zararlılarını. Midemi ağzıma getirseler de gözlerimi onlardan alamıyordum. İmrendiğim sabah enerjileri, düşük omuzlarıma acır da ekrandan çıkıp bünyeme nüfuz eder diye bekliyordum. Program bittiğinde mutfağa gidip bir şeyler hazırladım. Bayat ekmek arasına peynir, roka ve yeşil zeytin koydum. Çay yapmaya üşendiğim için sadece su kaynattım. Sallama çay işimi görürdü. Televizyondan mutfağa ulaşan öğle kuşağı haberleri beni oraya çağırıyordu. Kulaklarımın haylaz bir oyun oynayıp oynamadığını kestirebilmek için davete icabet ettim.
Ekranın arkasında bu defa tam olarak gözlerimin içine bakan bir kadın dün öğle saatlerinde kimliği henüz belirlenemeyen genç bir kadının etrafı kolaçan ettikten sonra beline kadar çöp konteynırının içine girerek ölü bir kediyi cebine ve gömleğine saklayıp hızla uzaklaştığını belirtti. Sebebi anlaşılamayan bu davranışın tekrarı olmaması için çevrede bazı tedbirler alındığını söyledi. Kadının hangi amaçla kediyi kaçırdığını merak eden mahalle sakinleriyle görüşülmüş ve bir neticeye varılamamış. BültenHA açılışı için çarpıcı ve çekici bir başlık sayılırdım. Güvenlik kamerasının puslu görüntülerinden biraz kilo aldığımı saptadım. Beni anlatan haber bitene kadar tabağımda kırıntı bile kalmamıştı. Ama çayı unutmuştum. Simsiyah olmuştu.
Günün geri kalanında internetteki yorumları okudum. Kıvrılıp uyudum. Uyanıp gün ışığında odamın duvarının nasıl göründüğüne baktım. Bir ara banyoya uğramam gerektiğinde aklıma kedi parçalarının hâlâ orada olduğu geldi. Kapıyı ve ışığı aynı anda açtım. Tahminimden çok daha kötü kokuyordu. Giderden gelen misafirlerim henüz doymamış gibi görünüyorlardı. Doğrusu bence de iştah açıcı bir sofraydı. Tuvalet kâğıdının neredeyse tamamını aldım. Katlayıp kalın hâle getirdim. Parçaları onunla tuttum. Diğer elimle burnumu tutmuştum. Mutfak çöpüne doğru hızla gidiyordum ki, haberleri hatırladım. Kedi benim çöpümden çıkmamalıydı. Arka odaya yöneldim. Oraya hiç girmezdim. Kapıyı açıp elimdekini rahat edeceği bir yere indirdim. Ona bakıp üzülmeme fırsat vermeden odadan çıktım. Kapıyı kilitledim. Zil çalındı. Gelen kapıcıydı. Saat beş olmuştu demek. Yüzümü görebileceği açıklıkta kapıyı araladım.
“Çöp var mıydı abla?” dedi. Kulağa ne kadar da, “Haberlerdeki kadın sensin, biliyorum,” gibi gelen bir cümleydi.
“Var Cengiz Bey, bir dakika lütfen,” dedim.
Kapıyı aralık bıraktım. Dış kapının tam karşısındaki mutfağa nasıl gittim bilmiyorum. Çöp torbasının ağzını bağlarken gözlerimi kapatmış benden şüphelenmemiş olması için dualar ediyordum. Bunun için bir sebebi bile yokken üstelik. Kendi halinde, sessiz, evin kurallarına göre yaşayan bir kadındım. Hiç kedi beslememiştim. Hiçbir kediyi apartman köşesinde sıkıştırıp sevmemiştim. Komik kedi videolarını son ses açıp kahkaha attığımı kimsenin duymuşluğu yoktu. Cengiz’in de.
“Buyur Cengiz Bey, sağ ol,” dedim kapıyı tekrar ardında kadar açarken. Bana doğru uzatılmış siyah bir çöp torbasıyla karşılaştım. Başını yana çevirmiş, aşağı eğmiş Cengiz Bey ve siyah çöp torbasıyla.
“Al abla,” dedi.
“Nedir bu?” Midemden gelen fokurdama seslerini atlayıp sesimi duyduysa can alıcı cevaba gelmiştik.
“Haberlerde gördüm seni, tanıdım. Koşuşundan tanıdım.”
“Koşuyor muydum?”
“İnkâr edersin sanıyordum.”
Gülüyordu. Yargıç gibi. Davacı gibi. Gardiyan gibi. Beni suçlu bulma ihtimali olan herkes gibi. Kapıyı yüzüne çarpmaya yeltendim. Ayağı ve kolu aradaydı. Apartmanı inletecek kadar bağırdı. Zorladım. İnsan tüyü duvara yakışmazdı. Cengiz Bey’i kolundan yakalayıp içeri çektim Sımsıkı kavradığı siyah poşeti bırakmadan halının üzerine düştü. Kapıyı kapattım. Kilitledim. Anahtarı arka cebime, kuyruğun yerine koydum. Bu adam ne istiyordu?
Poşeti aralarken tetikteydim. Pozisyonumu almıştım. Pekâlâ, yırtıcı kuşlar gibi saldırabilirdim. Siyah poşetten çıkarttığı şeyi ayırt edemiyordum. Gardımı düşürüp yaklaştım. Gözlerimde bir sorun olmalıydı. Cengiz Bey’in eli poşetten ayrıldığında simsiyah bir kuyruk havada belirdi. Ardından cansız ve yine simsiyah vücudu. Poşetten tamamen ayrıldığında ne olduğu gayet anlaşılırdı. Sessizlik ambargosu uyguluyorduk. Cengiz Bey sabırsız davrandı.
“Sen artık dışarıdan temin edemezsin abla,” dedi elindeki güzelim kediyi halının üzerine yatırırken. Madde bağımlısıyla konuşuyordu sanki. “Ben günde bunlardan, oho... Hem de kaç tane!” Bir yandan göz kırpıyordu. İmalı anlatımı daha da suçlu hissettiriyordu.
Harman kalmışım da çölde vaha görmüşüm gibi, halıya kapaklandım. Cengiz Bey sıçradı, çabucak çekildi. Kapının önünde dikildi. Kediyi okşuyordum. Burnunu ve çenesini dizlerime sürtmesi an meselesi gibi geliyordu. Bedeninde yara yoktu. Burnu bile kanamamıştı. Öylece, iç karartısı gibi yatıyordu halıda. Patileri tam, kuyruğu upuzun, kulakları radar gibi. Öyle çok inceledim ki, Cengiz Bey açıklama yapmak zorunda hissetti:
“Belediye, abla. Bu aylarda çok yavru kedi türüyor ya etrafta. Bunu elemişler.”
Elemek. Kediyi hayattan elemişler. Beni de elesinler. Yandın, çık! Yedeklere alsınlar. Beni hiç oyuna almasınlar. Kedileri eliyorlarsa eğlencesi kalmamıştır bu oyunun.
Ayağa kalktım. Dış kapıya yöneldim. Kapıyı açtım. Cengiz Bey’e hiçbir şey söylemedim. Ama çıkma potansiyeli olan tek insan oydu. Dolayısıyla, ardından kapıyı teşekkür niteliğindeki sükûnetimle örttüm. Yalnız kalmıştım. Banyoya girdim. Tıpayı taktım. Küveti doldurmaya başladım. Köpük, oyuncaklar...
* * *
Cengiz Bey’in günde üç ölü kedi bulduğuna kim inanırdı? İki apartmana bakıyor. 10’ar daireden 20 kömürlük demek. Depolar var. Zemin katlar var. Bahçeler, ondan sonra otoparklar var. Belediye var. Mahallelerin kediler için bu denli tehlikeli olduğunu düşünmezdim. Birkaç hafta sonra odamın bir duvarı bitti. İnternette tıklanma rekoru kıran kedi kaçırma anlarımdan sonra sahiden dışarı çıkamaz olmuştum. Kapıcının koşulsuz yardımı ucuz duruyordu. Uzun zamandır evdeydim. Odamın en yumuşak duvarı rengârenkti. Bu mahallenin kedilerinin belli bir tipi olmadığını fark ettim. Belli bir kedi soyu üzerinden devam ettiğini bana düşündüren neydi bilmiyorum ama duvarda aşama kaydettikçe fark ettim ki, siyahlar, beyazlar, turuncular, açık ve koyu kahverengi, griler... Farklı kedi tonlarına sahiptim. Banyo kullanılmaz hale geldi. Küvet, kedilerden başkasını kabul etmemeyi kural edindi. Karşı çıkmak ne mümkün? Bu evin şahsiyeti sağlamdı. Arka odadaki kedi kemikleri tümsek oluşturmaya başladı.
Leş gibi kokuyordum. Kıyafetlerim tıraş ettiğim kedilerin tüyleriyle kaplı. Nefes alsam tüy çekiyordum içime. Ama geceleri öyle güzeldi ki, gecelerin aylarca sürdüğü coğrafyalara imrenir olmuştum. Her kediden artırdığım tüyleri biriktirip yastığın içindeki pamukların arasına tıkıştırdım. Tuhaf bir yumuşaklık, huzur verdi. Yastığa başımı koyunca sokak lambasının turuncu ışığıyla aydınlanan yumuşacık duvarımla konuşuyordum. Sütün mü yoksa peynirin mi daha kolay hazmedildiğini soruyordum. Bıyıklarıyla dengeleri arasındaki meseleyi çözmeye çalışıyordum. Uyku tutmadığında başımı duvarın omzuna yaslayıp sırtını okşuyordum. Bazen uyku arasında dürtülüp uyandırılıyordum. Bu, başımı çevirdiğim yöndeki aç ve beyaz duvardan başkası değildi. Kalk, kalk, diyordu. Sesi temkinli, kısık fakat öfke dolu oluyordu. “Ne var, ne oldu?” diye soruyordum. Birkaç defa yutkunduktan sonra göğsünü doldurduğu nefesinin son yudumuna kadar beni azarlıyordu. Nasıl olur da uyurmuşum. Beni, beni! Karşı duvar yumuşacık uyurken onu böylesine sert, fizyolojiye isyan niteliğinde soğuk ve desteksiz halde nasıl bırakırmışım. Uykularım kaçıyordu. Yüzümü yüzüne yapıştırıp sayamadığım kadar çok defa özür dilerken derin uykulara dalıyorduk. Sabah uyandığında gözlerinin altını torba torba gördüğünde pişman oluyordu.
Zil beni kendime getirdiğinde koşa koşa kapıyı açmaya gidiyordum. Cengiz Bey olmalıydı. Bir elimi alt, diğerini üst anahtara tutuşturup eş zamanlı kilit açma aşamasından sonra onunla karşılaşıyordum. Ölü kedi taciriyle. Kendisine içimden böyle hitap ettiğimi bilmiyor. Kapı açıldığında yüzüne çarpan ekşi, cansız, tahammül edilemez koku yüzüne çarpıyordu. İstemsiz kafa çevirişi, elini burnuna götürürken içinden yükselen öğürme... Karşılama rutinlerimizdi. Kendine geldiğinde yüzüme başımın belası pis kadın bakışlarıyla bakıyordu. Bugün farklı bir şeyler vardı. Şu gözünün yanındaki şu çizgiyi daha önce hiç gün yüzüne çıkarmamıştı. Neydi bu? Mahcubiyet mi? Teselli gibi de duruyor da, o kuvvetsiz gibi. Kötü haber çizgilerinden hoşlanmazdım, herkes gibi.
“Bitti abla,” dedi, yüzümdeki hiçbir noktada kayda değer kıpırtı olmayınca, “kedi yani. Arka sokakta yedi numaranın kapıcısı geçen gün o sokağın kedi mezarlığı kadar ölmüşü olduğunu söylemişti ama,” dedi.
Omuzlarım düştü. Ayak bileklerimden bir sıcaklık yükseldi, diz kapaklarımda fokurdayıp karnıma sızdı. Soluk boruma küvetin tıpası takıldı. Nefes yok. Dirayet yok. Neredeyim ben?
“Neredeyim ben? Duvar... Yeni duvar...”
“Kendine gel ablam. Vah vah, sıyırdı güzelim kadın.”
Cengiz Bey’in beni güzel bulduğunu biliyordum. Yine de duyduğum iyi oldu. Damarlarımdaki ısı yükseliyordu. Yeni bir kuvvet nüfuz etmişti. Nerede olduğumu soran ben gitmiş, yerine kriz yöneticisi, çözüm üreticisi biri gelmişti. Kendi başıma gelmiş talihsiz bir kazaydım. Üstelik telafim de yoktu. Düş gücümün bana verdiği yetkiye dayanarak arka sokağa pusu kurmuştum. 

Yorumlar

Popüler Yayınlar