Tüm Örümcekler Yağlı Menteşelerde Boğulsun


Bu öykü Epizot Portal'da yayımlanmıştır.
Avuç içini dolduran pamuğa diğer elindeki yağdan tereddüt etmeden döktü. Bu iş böyle yapılır, diye düşünüyordu. En azından annesi böyle yapmıştı. O çocukken. Hayatın başında gördükleri hiçbir zaman onun yapacağı şeyler olmayacak gibi geldiği için şimdi utanıyordu. Kapıları eski komşuları “Kokulu Teyze” gibi gıcırdıyordu. Kadının nasıl koktuğunu kimse dile getirmiyordu ama doğup büyüdüğü mahalledeki herkesin en elzem uğraşı hiçbir şeylerinin onunkiler gibi olmamasıydı. Annesi haftanın üç ardışık günü bir şişe yağ ile bir poşet pamuğu bitirene dek menteşeleri yağlı pamuklarla silerdi. Pamuklar biraz olsun yağını kaybetmiş ve siyahlaşmış biçimde çöpe giderken sıra kapı kontrollerine gelirdi. Bu görev ona verilirdi. Annesinin başından ayrılmaması kuralıyla tüm kapıları ateşi yeller gibi açıp kapatıyordu. Gözleri yerde olurdu. Annesinin kapının oluşturduğu rüzgârla hafifçe havalanıp arkaya doğru gerilen eteği yelkeni ve paraşütü andırırdı. Onu erişilemeyek kadar uzağa ya da yükseğe götürebilecek her ne varsa, ona benzerdi. Şimdi menteşelerin pasını pamukla silip mutfak önlüğünü batırırken ev öyle sessizdi ki, kendini çocuklarıyla kıyaslayamıyordu bile.

Büyük odanın kapısına geldi. Koyu kahverengi mobilyaları kuşatan yeşil duvarlar odayı insana suçluluk duygusu verecek kadar karanlık kılıyordu. Tabloların çoğu dargın, solgun kadın figürleri taşıyordu. Nereye gitseniz sizi izler gibiydiler. Kapıdan girince sağda kalan duvardaki büyük ayna içinde odanın ikizini sunarak bu matem havasını ikiye katlıyordu. Ne yana baksanız biblolar, toprağı kurumuş yapraklarla kaplı, ağzı kırıklarla dolu saksılar vardı. Yerdeki siyaha yakın renkte parkelerin üzerinde aralarında azıcık açıklık bırakarak serilmiş sekiz tane ufak kilim bulunuyordu. Hepsi farklı desenliydi. Biri beyaz ve maviden yapılmıştı. Dalgalar ve suda yükselmiş yunuslar taşıyordu. Burunları havadaydı ve gülümsüyorlardı. Bir diğeri gri ve pembeydi. Kediler ve çiğ etler desenliydi. Her biri ayrı ruh hâlini teklif ediyordu. Nasıl hissedeceğinizi gözlerinizi dikeceğiniz kilimle seçebilirdiniz.

Odanın rengârenk ve karanlık dünyası kadının umurunda olmadı. Burada doğdu, büyüdü, doğurdu, büyüttü. Kapıları tek başına silip onları yine kendi kendine kontrol ediyordu. Yüzü tablolardaki kadınların her birinden bir çizgi almış, yerçekiminin tamamını üzerine alınmış, sallanıyordu. Yorgun göz kapaklarını yerini çok iyi bildiği bir şeyi görmek üzere kaldırdı. Odanın ucunda iki oğlu, sözsüz bir anlaşmanın eseri olacak, kıpırtısız duruyorlardı. Hatta biri uyuklar gibiydi. “Ne olacaktı ki,” diyen omuz silkişi gecikmedi. Küçük kral ve büyük kral diye seslendiği iki minik insan. Ellerini önlüğüne sildi. Pamukla yağı odanın girişinde bıraktı. Çocukları irkiltmemek için çıplak ayak tabanlarına yapışmış naylon yapılı, terli terliği elleriyle yapıştıkları deriden çıkardı. Estetik olmaktan uzak vücudunu parmak uçlarında havalandırdı. Usulca yanlarına yaklaşmaya başladı.

Büyük oğlu, esintili balkonun girişindeki koltuğa kendini sığdırmıştı. Başı omzuna dek düşmüş, ayaklarını orta sehpaya uzatmıştı. On üç yaşında, dizlerinde yeni kurumuş kanlar, açık yaralar eksik olmayan bir çocuktu. Cılız fakat görenin cesaretinden şüpheye düşmeyeceği kadar kendinden emin vücudu uykunun kollarındaydı. Ayak parmaklarında gezinen sineği kovmak için sürekli bacaklarını sallıyordu. Ayaklarının ardında göğsünü sehpaya yatırmış, ellerini kanlı canlı ayak parmaklarından oluşan piyano tuşlarında gezdiren kardeşinin orada olduğundan habersizdi. Rüyasında ikisinin perdeleri aşağı indirerek, sandalyeleri her yana fırlatarak büyük bir kovalamaca içinde olmaları boş yere değildi. Küçük kral, on tuşlu piyanosunun üzerinde parmaklarını gezdirirken gözlerini sımsıkı kapatmıştı. Büyük kralın ayak parmaklarından yarattığı büyülü müzikle kafasının içinde uçuyordu. Öyle kaptırmıştı ki, annesinin acemi balerin gibi seke seke gelişini, arkasındaki koltuğa oturuşunu, parmaklarını dizlerine vurarak ritim tutuşunu, hiçbir şeyi duymadı.

“... dı, dı, dı, dı-dı-dııı, dı, dı, dı, dı-dı, dı-dı...”

Piyanodan usta bir piyanistin tuşlarda dans eden parmakları sayesinde iksirle büyülenmiş notaları yükseliyordu. Küçük kralın dudakları kurumuştu. Göz kapaklarının ardında muazzam öyküler yazılıyordu.

* * *

Vincenzo Maltempo-Alkan Genius-Enigma


Küçük kral, abisinden devraldığı büyük ormanın yüksek mi yüksek, gür mü gür, upuzun ağaçları arasında yolunu kaybetmişti. Yol göstericisine ihtiyacı vardı. Kemerine astığı kesesinde olacaktı. Elleriyle yokladı. Tüm belini sert darbelerle aradı, taradı. Orada yoktu. Pantolunun içine baktı. Çoraplarını çıkarttı. Amuda kalkıp kendini salladı. Birkaç bozukluk, üç-beş erik, iki bilye, kiraz çöpleri ve renkli top şeklindeki sakızlar hariç hiçbir şey düşmedi. “Tam krallara yaraşır,” dedi. Yerdekileri ceplerine doldurdu. Sakızların üstü artık toprak olmuştu. Onları ayağıyla itti. Eğimden aşağı yuvarlandılar. Birkaç adım ötesinin uçurum olduğunu unutmuştu büyük ormanın küçük kralı.

Mavi, kırmızı, turuncu ve pembe sakızların arkasından bakarken alt dudağı titriyordu. Gözleri, onu teselli edecek birini ya da eğlenceli bir oyun arkadaşı arıyordu. Sakızlar gözden kaybolmuştu. Umutları, başarıyla uçurulan uçurtmalar gibi uçup gitmişti. Geri dönemeyecek kadar yükselmişti. Tam ilerlemeye karar vermişti ki, sakızların istikametinden sevinçli çığlık sesleri yükseldi. Küçük kral nefesini tuttu. Göğsünü şişirdi. Hükmettiği topraklarda yalnız, bahtsız, umutsuz bir kral olduğunu sanıyordu. Uçurum kıyısının son adımına dek öyleydi. “Muhafızlar, ileri!” diye bağırırken çoktan kendini öne atmıştı. Ellerini pantolon askılarına tutturdu. Sesin geldiği yöne doğru kendisinden bile küçük adımlarla ilerlerken görünmemek için oldukça eğildi. Gövdesi yere yaklaştıkça kıçının dikleştiğinden haberi yoktu. Uçurumun dibine dek böyle geldi.

Gözlerini kocaman açtı. Elleriyle ağzını kapattı. Abartılı şaşırma ünlemleri kuleden duyulsun istemiyordu. Uçsuz bucaksız uçurumun bir zıplama ötesinde biten çatı bıçak kadar sivri uçluydu. Yenilebilecek bir şey gibi görünüyordu. “Yanılıyor olamam,” dedi kararlı ve detone sesiyle, “burada kule falan yoktu.” Küçük kral uçurumdan sarkarak olabildiğince yaklaştı. Bir yandan koklamaya çalışıyor, diğer taraftan dilini değdirebilmek için uğraşıyordu. İki yana açtığı kollarını sallayarak sağlamaya çalıştığı dengesinin ömrü tükeniyordu. Bir anda kendisini uçuyorken bulan kral dilini içeri alamadan çığlığı basmış, sonu gelmeyen kule pencerelerini hızla iniyordu. Korkudan ya da saniyede bir değişen basınçtan olmuş olacak, havadayken bayıldı.

Uyandığında dev bir ıspanak yaprağının üzerinde süzülüyordu. Uçmuyordu. Usulca sallanan beşikteymiş gibi mayıştıran hareketlerle sağa sola gidip geliyordu. Dalga ve yunus desenli duvarlar bir yerden tanıdık geliyordu. Kafasının içinde düşünmeye hâl yoktu. Gereğinden çok çalkalanmış süt gibi köpürmüş hissediyordu. Etrafına sıkı sıkı bakmaya henüz fırsat bulabiliyorken üzerine dikilen gözleri fark etti. Güzel şekilli taşlara insan gözü takmışlardı. Hayır hayır. Cüce insanları taşlaştırıp gözlerine dokunmamışlardı. Ya da şey, taşları canlandırıp gözlerini açmışlardı. Cüce insanlara taş kostümü giydirip göz kısmını boş mu bırakmışlardı? Küçük kral aklında dönen tüm sesleri bastıran yükseklikte bağırdı.

“Neler olduğunu... Ya da ne olduğunuzu biri anlatacak mı?”

 Onları ürkütmüştü. Geriye kaçtılar. Dingin Oda’nın dışına. Kapı girişinden parlak taçlı, kırık bacaklı, dev şeyi izliyorlardı. Sorgulayıcı gözler karşılıklı birbirleriyle çarpışıyordu. Kimseden çıt çıkmıyor, kimse can sıkıcı durgunluğu bozacak herhangi bir şey yapmıyordu. Küçük kral, “Üçünüzden biri yatağın, yani ıspanak yaprağının önüne gelsin,” dedi. Taşlar hiç oralı olmadı. Kral, “Çabuk!” diyerek diretti. Her nasıl oluyorsa, taşların yüzlerinde kızgınlık beliriyordu. Ortadaki yalnızca başını kapıdan içeri soktuğu bedeninin bütününü odanın içine savurdu, “Bize burada kimse emir veremez seni dev... dev gibi... devasa yaratık!” dedi. Ispanak yatak kahkahalarla sarsılmaya başladı.

“Dev mi? Hahaha! Dev gibi, devasa ve ben? Off, karnım çatlicak!”

Kral dizlerini çekip karnını tutarak iyice kaptırırken, “Ben... Yani adım... Küçük kral!” dedi. Üç ufak taş şaşkınlıkla donakaldılar. Yuvarlanarak ıspanak yaprağının yanına geldiler. Biri, “Küçük mü?” dedi. Rengi solmuştu. Diğeri, “Kral ha?” dedi, gözlerinden korku fışkırıyordu. Öteki, “Küçük Kral!” dedi büyük bir gizi çözmüş tonda. “Büyük ormanın küçük kralı çocuklar, hatırlayın annemin masallarını,” diye devam ederken kardeşlerini omuzlarından tutmuş sarsıyordu. Diğer ikisi boş gözlerle aydınlanmış suratlı kardeşlerini izliyorken Küçük Kral doğruldu. “Peki ya siz,” dedi, sağ bacağının kırıldığını henüz fark ederken, “siz kimsiniz?

Üçlü taş korosu hep bir ağızdan, “Taş Kalpliler” dedi. Yeniden başlayan sessizliğe fırsat vermek istemeyenlerden biri, “İçinde ironi var,” dedi, “insanlar katı kişilere böyle demez mi? Bizden katısını bulamazsın işte, fakat başka mânâda. Bu bizi Taş Kalpliler yapmaya yeter demiştik.”

Küçük kral başını kaşırken alnındaki beş dikişle de tanıştı. Yatağın yanına koyulmuş akça ağacından kol değneklerini alıp yerinden kalktı. “Minicik taşlara göre epey büyük bir kapı,” diye düşündü. Kule, taşlara göre çok büyüktü. Her yer yemekten, bitkiden, ağaçtan ya da hayvandandı. Odadan çıkmıştı. Makat maymunlarının tuttuğu meşalelerle aydınlanan koridor papatyadan oluşan zemine, sarmaşıktan tavana ve örümcek ağlarından duvarlara sahipti. Ağların ardında gerçek bir duvar olup olmadığını merak eden Küçük Kral elini içeri daldırdı. Neredeyse aynı anda geri çektiğinde serçe parmağını ısırmış bir fare elinden aşağı sarkıyordu. Birinin sesi duyuldu.

“Duvarların dışı fare, içi ağ kaplama. Kedi saldırısı olmadıkça güvende oluyoruz.” dedi en yakın meşaleci gülmemeye çalışarak. Az önce Küçük Kral’ın kim olduğunu çözen taş, “Fareler duvar kaplamasındaki örümceklerin haddinden fazla çoğalmaması için iyi oluyor,” dedi, “hem onlar doyuyor hem de örümcek istilası yaşamıyoruz. Örümcek ağları çok kuvvetlidir.”

“Örümcek ağı nedir, biliyorum,” dedi Küçük Kral, elini sallayarak fareyi yabani papatyaların arasında fırlatırken. Yoluna devam etti. Tablolar şekerdendi. Taşıdıkları resimlerden bazıları ayıcık baskılı çikolata, bazısı ise kurutulmuş farklı çiçek yapraklarından yapılmış manzaralardı. Mavi sardunyadan yapılmış deniz, dirayetli kaptanlar için hazırladığı küçük sürprizleri, yani dev dalgaları şimdilik sakınmıyordu. Işıldayan güneş kocaman bir ayçiçeğiydi. Gökyüzü açık, bulutsuz. Buradaki kimsenin adını bilmediği bir çiçekten. Ufukta sivri dağlar ve nokta kadar evler var. Belli belirsiz ama dikkatle bakınca seçilebiliyorlar. Küçük Kral dekorasyonu hoş buldu. “Krallığımın yanı başında kıvıl kıvıl bir kule!” dedi, sesi sorgulayıcıydı.

Adımlarını hızlandırdı. Koridorun öteki ucu görünmüyordu. Sarmaşıktan sarkan avizeler kocaman ateş böcekleri toplarıydı. Ne olduklarını üçüncü kez gördüğünde anladı. Üç taş peşinden geliyordu. Büyük, yuvarlak bir kapıyla karşılaştı. Karpuz kabuklarından yapıldığını adımlarca öteden aldığı kokudan anlamıştı. Kapıyı taşlardan izin almadan açtığında karpuz çekirdekleri küçük canavarlar gibi kapı kolundan avucunun içine, oradan kazağının koluna tırmanıp her yerini ısırmaya başlamışlardı. Maymunlar gülerken meşaleleri savuruyor, ışığı o yana bu yana çarpıyorlardı. Küçük Kral içine düştüğü gülünç hâlden öyle tiksinmişti ki, hata olduğunu anlamasına aldırmadan odanın içine daldı. Yerler karpuz dilimlerindendi. Yalnızca izinsiz girenler için. Bastıkça ayaklarının altında karpuzlar eziliyordu. Ayakkabısı, değnekleri, pantolonunun paçası... Küçük Kral karpuza bulanmış şekilde odadan çıktığında diğer odadaki daha büyük, tombul taşlar, meşaleci maymunlar, kuşlar, parlak ve güzel gözlü geyikler odalarından çıkmış Küçük Kral’a gülüyorlardı.

“Ölmüş kargalar gözümü oysun ki istemeden yaptım,” dedi bacaklarından karpuz suyu damlarken. Arka taraftan, geyiğin boynuzları arasından yükselen ses henüz sağ olan kargaya aitti. Had bildiriyordu, kendince. Değneği bırakıp ellerini gözlerini sımsıkı yumdu. Başını duvara yaslayıp hıçkırarak ağlamaya başladı. Yaşlar duvarı ıslattıkça eline, yüzüne örümcek ağları yapışıyordu. El emeğine zarar verildiğini gören örümcekler Küçük Kral’ın üzerine tırmanmaya başladı. Kral kırık bacağını unutarak zıplamaya başladı, kendine vurarak örümcekleri öldürmeye çalışıyordu. Bir yandan acı içinde çığlıklar atıyor, diğer yandan vücudunun her tarafında örümcek var sanıyordu. Yabani papatyaların üzerine devrildi. Birkaç maymun meşalelerle başına dikildi. Küçük Kral’ı aydınlatıyorlardı. Gözlerini uzun süre açamadı.

* * *

Ayıldığında uzun ve geniş koltukta boylu boyunca uzanıyordu. Çizgi kadar açtığı gözlerinden görebildiği kadarıyla annesi gün geçtikte kararıp kırışmıştı. Büyük Kral elleri cebinde, koltuğun öteki ucundan sırıtıyordu. Ellerini Küçük Kral’ın ayak parmaklarında gezdirip ağzına öykünerek piyano sesleri çıkarıyordu. Gülme krizine girdiğinde annesi eline geçen ilk yastığı karnına isabet ettirmeyi başardı.

Elleriyle yattığı yeri yokladı. “Ispanak...” dedi. Annesi neşeyle karışık telaşa kapıldı. Ellerini dizlerine vurup çocuğun üzerine eğildi. “Ispanak yemeğini leziz yaptığımı biliyordum, canın mı çekti?” dedi. Küçük Kral, “Kulenin ucu ne öyle? Beyaz çikolata mıydı?” deyince annesi ıspanak fikrini erteledi. Büyük Kral, hâlâ karnında tuttuğu yastığı kardeşinin yüzüne attı. “Ne anlatıyor bu kereviz?” dedi ilk defa işe yaradığını bilmeden. Küçük Kral, “Evet!” diye bağırarak doğruldu, “Duvardakiler kereviz saplarıydı!”

Anne, sessiz ve sakindi. Çocuğun arkasına oturup sırtını zorla dizlerine, başını koltuk başına yasladı. “Sahi küçük kralım, neydi o odanın içinde fır dönerken yaptıkların, söylediklerin? Büfenin üzerine çıkıp eğildiğinde havayı yalıyordun. Sonra da atladın,” dedi sağ bacağında gezdirdiği eline bakarken, “iki yerden kırık. Ama tüm kapıları yağladık.”

Küçük Kral nerede olursa olsun bu işin sonunda ağlıyordu.
“Tüm örümcekler yağlı menteşelerde boğulsun.” dedi.

Elif Şeyda Doğan

Yorumlar

Popüler Yayınlar