Karanlık Ufkun Koca Ağzı

Bu öyü, Geyik Fanzin'de yayımlanmıştır.

“Bu öykünün sonu pek hoştur,
Söylemem, sö-sö-söylemem boştur.”

Kalbimi yokluyorum. Vuruşları kafamın içinde yankılanıyor. İşaret parmağımla tam üstüne basmak istiyorum. Daha iyi şeyler hissetmeye ihtiyacım var. Yaşadığıma dair en somut kanıt, pompalanan kanın kaldırıp indirdiği derimde kendini gösterebilir. Bir türlü oraya erişemiyorum. Bir iç çekmeyle tek seferde saatlerce söyleniyorum. Su yeşili bir kumaşla tutturduğum saçlarımın arasında altında uzandığım ağacın dökük yaprakları var. Güneşte parlıyorlar. Şu ağaçtan düştüğüm anı hatırlamaya çalışıyorum. Ta en tepesinden. İncir ağacının geniş, sağlam yapraklarını taşıyan usta dalların arasından her birine çarpa çarpa, üç beş saniye içinde sırtüstü toprağa yapıştığımı hemen anımsıyorum.

Bazı ağaçların gövdelerindeki çıkıntılar, onun tırmanmalık ağaç olduğunu kanıtlıyor. Bazı ağaçlar ise dümdüz. Misafir kabul etmiyorlar. Yüksek olasılıkla, yalnızca çok güzel bir manzarayı izleyen ağaçlar böyle yapıyor. Paylaşmaya yanaşmıyorlar. Bu incir ağacı diğerleri gibi değil. Hem çok güzel bir manzarayı izlemeye boyu yetecek kadar uzun hem de tırmanmayı kolaylaştıracak çıkıntılara ve oyuklara sahip. Han gibi. Ağaçtan han. Üstelik beni çok sevdi. Sadece, bazen öyle olur ya, şartlar elvermedi.

Ağacın tepesine, salyangoz göçünden kaçmak için tırmandım. Gülmeyin. Boyum oldukça kısa. Kabuklarının yere sürtündüğünde çıkarttıklar sesi bile duyabilirim gece olsa. Önce kuvvetli bir yağmur, beni bu ağacın altına çekti. Yağmur yağarken ağaçlardan uzak durmam gerektiğini öğrenecek kadar yaş almadım. Birkaç sene sonra akşam haberlerinde geniş yaprakları kendine şemsiye edinmiş birine şimşek çarptığını duyabilirim. Ondan sonra çok dikkat edeceğimden eminim. Ama böyle şeyler ekseriyetle beş ya da altı senede bir gerçekleşir.

 Yağmur dindiğinde tam ağacın altından kurtulup yollara düşecek, kendi yolculuğuma devam edecektim ki, irili ufaklı otuzdan fazla salyangoz, kabuklarından çıkmış yumuşak, saydam vücutlarını hızla ite ite bir yere yetişmeye çalışıyorlardı. Onlarla ilk defa karşılaştım. Adlarını, nasıl yaşadıklarını, benim aksime ıslanmayı ne çok sevdiklerini bilmiyor değilim. Sadece, nereye gittiklerini, neden acele ettiklerini anlamadım. Merak ettim. Korktum. Beni göremeyecekleri kadar yukarı tırmandım.

Yağmurlara bayılıyorum. Islanmak hoşuma gitmiyor. Ya kurumazsam, demiştim yan bahçeyi evimin bahçesinden ayıran yarım beyaz duvara sırtımı yaslamış, ayaklarımın üzerine çökmüşken. Ağlıyordum. Bu da ıslanmak değil miydi? Komşu kadının kocası göç etmişti bu dünyadan. Kadın ağlarken beni duymuş, beline gelen duvardan sarktı. İşaret parmağıyla omzumu dürttü. Çekingen bir oyun arkadaşı sandım ilk önce. Hevesle arkamı döndüm. Kadın elinin içiyle yanağımda salyangozlar gibi ilerleyen gözyaşlarıma dokundu. Dokunduğu gibi yaşlar yok oldu. Elini yüzümden çekmeden tenimde ilerletti. Bir ileri bir geri. Gözeneklerimden içeri kırk bir yıllık kocasının ardından el sallayan tuzlu sular girdi. “Kurur,” dedi. Hava kararana kadar yarım duvarın iki yüzüne iki sırt yaslanıp ağlaştık. Kadın kendine ağladı, her ağlayan gibi. Gözeneklerim artık su çekmeyince, “Zaten bu kadar uzun süre yağmaz,” dedim. Bahçesinden duyulduğuma emindim. Kalktı, gitti. Dilediği kadar uzun sürmeyen şeylere öfkeliydi. Dün o evde iki kişiydiler. Bugün de bitti. Yarın ne zaman gelecek belli değildi. Yine de ben ıslanmak istemem. Ama yağmurlara bayılıyorum.

Neyse ki ağacın altından kurtuluyorum. Salyangozlar kendi yollarında ömür çürütüyor. Bense küçük vücudumu silkeleyerek kendine getiriyorum. Biraz ileride gri, soğuk duvarlı bir yer var. Bakışlarım değince içim titriyor. Gözlerinin yaşına bakmadan kapıdan çıkarılan birini görüyorum. Tekerlekli, kısa bacaklı bir masa onu götürüyor. Zoraki şeyler görmeye alışık değilim. Düşmanıymışım gibi bakıyor bana masa, sonra gözlerini deviriyor. Patenli sanıyor olacak kendini. Dünya ise koca bir buz pisti, üstünde kayıyor. Hem belli ki kendinde bile değil üzerindeki. Bir örtünün altına gizlenmiş. Hay aksi, yüksek burnu kendini gösteriyor. Sırtüstü uzandığı ağacın oradan anlaşılıyor. Yağmur birikintilerinde masanın aksi suyun yüzüne vururken kıs kıs gülüşü ortaya çıkıyor. Su, masanın ilerlemesine izin veriyor. Üstüne üstlük bir de peşine takılıyor. Kapkaranlık ufka giden bir yola sapıyorlar. Beyaz ışığı görmenin yalan olduğu anlaşılıyor. Göç her daim bilinçli olmuyor.

Diğer tarafa bakıyorum. Sivri kıskaçlarıyla yavru akrep bana doğru geliyor. Eklembacaklarını birbiri önüne atıp örümceğimsigilleri utandırıyor. Kıskaçlarını her an birinin burnunu kıstıracakmış gibi oynatıyor. Sesleri, ardındaki daha küçük akreplere yönlerini gösteriyor. Öyle korkunç ki gördüklerim, yeniden ağaca tırmanmaya yelteniyorum. Bağışlayıcı, merhametli çıkıntılarından birine ayağımı attığımda ağacın gövdesi dallarını içine çekiyor. Bir diğerini deniyorum, bu kez kendini büsbütün geri çekince ayağım boşluğa düşüyor. Ne olduğunu anlamak için hem ağacı göreceğim hem de akrepleri kollayabileceğim bir yere geçiyorum. Topraktaki hareket dikkatimi çekiyor. Sanki yükseliyor, yer açılıyor. İncir ağacı on yıllardır saldığı köklerini toprağın sıcak kucağından alıyor. Her birini gün yüzüyle kavuşturuyor. Önce şöyle bir geriniyor. Açıyor köklerini. Sonra adım atmaya başlıyor. Yanımdan geçip gidiyor. Ardından diğer ağaçlar da toprağa minnetlerini bildirerek aynısını yapıyor. Ağaçlar yerinde durmaz, diyor biri fısıltıyla. Sesin geldiği yöne çeviriyorum başımı. Onlarca ağaç, akrepler, salyangozlar ve patenli masa, su aynı yola girmiş, göç ediyorlar.

Ufak boyuma aldırmadan zıp zıp zıplayarak, “Ço-ço-çocukları unutmayın,” diye bağırıyorum. Arkasına bakan olmuyor. Az evvel tırmandığım ağaç, ağacın köklerinin toprağı paylaştığı diğer ağaçlar, salyangozlar, akrepler, masa ve su tıpış tıpış gidiyorlar. Yağmur bulutları gökyüzünden çekiliyor. Güneş tilbelerini delikli tavanların zeminle birleşen köprüsünden topluyor. Hava, kokular, insanlar, sinemalar, gökkuşakları, tüm şarkılar, ışıklar, çığlıklar aynı karanlık ufka seğirtiyor. Cılız sesimle, “A-a-ama çocuklar kalmasın burada bir başına!” diyorum. Scar’ın kötülükleri hep Simba’yı buluyor. Koca ağızlı siyah son, gidenleri yutuyor.

Boşlukta asılı kalıyorum. Yerçekimli hiçlikte gölgemde sebebi ben olmayan hareketler var. Mahçup belli. Kolay mı, birlikte büyümüşüz. “Zaten güneş de gitti, ışık da,” diyorum, “senin burada olman hata.” Rahatlamış gözüküyor. Göğsünü şişiren bir nefes alıyor. Aynı yola giriyor. Gidişini izlememeyi seçiyorum. Eskiden yarım beyaz duvarın olduğu yere koşarak gidiyorum. Onu orada bulmamayı, boşlukta hıçkırmayı bekliyorum. Ama o göç etmemiş. Yarım duvar, kadın, bahçesi... Yerli yerindeler. Pencereler ardına kadar açık. Yağmurda yıkanmış yapraklarıyla koca koca ağaçlar, canlanmış çiçekler, açılmış salyangozlar bir başka evrene geçtiğimi düşündürüyor. Artık ağlamadığını görüyorum. Kapıda beliren vücudu beni çağırıyor. Duvarı aşıp ayaklarımı yeniden toprakla buluşturduğumda yağmur başlıyor. Ağaca bakıyorum. Çıkıntıları boyuma göre. Kadına bakıyorum. Yağmurun altına geçmiş, elleri göğe doğru açık, gözleri kapalı. Yeşil elbisesinin bahçeye ne kadar yakıştığını düşünüyorum. Saçlarımı yoklayıp bağımı çözüyorum. Yeşil kumaşı bileğime dolayıp sımsıkı bir düğüm atıyorum. Her bir tel bunu yaşamalı. Yanına gidiyorum. Sarıldığımda başım karnına yapışıyor. Ağaç gülümsüyor. Manzarasını merak ediyorum. Biz gitmiyoruz. Ama onca gidenin ardında kalmış olmak da yeni bir yere geldiğimizi hissettiyor. Göç, her zaman gitmek anlamına gelmiyor.

Elif Şeyda Doğan.

Yorumlar

Popüler Yayınlar