Doel Kasabası Tek Bacaklıları

Doel Kasabası’nda 1900’lü yılların en sert kışlarından biri yaşanıyor. Avrupa’nın yüksek tepelerinin eteğine kurulmuş kasabalarından biri olan Doel, sırlarla dolu bir sene geçiriyor. Kasaba çarşısından Doel Ormanı’nın içine doğru giden yolda kurulu olan çiftliklerde vahşi ölümler gerçekleşti. Çiftlik sahiplerinden hizmetlilere kadar herkes sorgulansa da kasaba polisi kimsenin böyle bir cinayeti işleyemeyeceği kanısına vardı. Parçalanmış bedenler bir araya toplanmış, hepsinin yalnızca bir bacağı bulunamamıştı. Ayrıca her cesedin yüzünde bir göz oyulmuştu. Aralarında organik bağ bulunan cinayetler için şüpheliler kategorisi artık Doel Kasabası’nın tamamını oluşturuyordu. Çevrede iştah kesici, hatta burun direklerini çürütücü bir koku vardı. İlaçlamalar, kısmi karantinalar, altyapı temizlikleri... Hiçbiri işe yaramamıştı. Kasaba için bu kâbus bugün sona eriyordu. Başka bir kâbusa yer açmak kaydıyla.

Kasaba polisi ve halkı ne zamandır huzurlarını çalan bilinmezlikle birlikte mücadele etmeye karar verdi. İlk zamanlar her birini terleterek sorgulayan polisler ile çalışmaya başlayan kasaba sakinlerinden birkaçı güven duymuyordu. “Onlar bizi tek tek sorguladı. Ama birbirlerini sorgulamadı.” diyorlardı. Bu engel de hızla çözüldü. Polisiye dizilerden, kitaplardan ya da başlarından geçen zorlu sorgudan ufak tefek bir şeyler kapan insanlar polisleri yoklamaya başladı. Artık ellerinden geldiğinde kuşkularını akıllarından süpürebilmiş görünüyorlardı. Yalnızca bir kişi çok sakindi, kasaba çocuklarının eğlence kaynağı, yetişkinlerin ise çekindiği biri. Beyaz Nine dedikleri, geceleri korkutucu hikâyeler anlatıp uykuların azılı düşmanlığı yapan yaşlı bir kadın. “Gezip görüp gidecekler,” diyordu başından beri, “fazla elleşmemeniz iyiliğinize olur.”

Son bir haftadır polis kasaba içinde gönüllü korucular Doel Ormanı çevresinde nöbetteler. Son üç gündür ise kayıplar vermeye başladılar. Kimi görgü tanıkları, “Tek bacakları üzerinde zıplıyorlar,” dedi. Boyları genç yetişkin birinin boyunu geçmiyormuş. Silahsız ve çıplaklarmış. Sivri yüzlerinde yuvarlak ağızları, geniş alınlarında tek ve büyük gözleri varmış. Atlı korucular ve polisler onları ararken olmadık yerlerden çıkıp kovalamaya başlıyorlarmış.

Tek bacakları üzerinde zıplayarak gidiyorlardı.

  Nasıl ki ölmeden önce öbür dünyanın olup olmadığına emin olamayacaklardı, bu giz çözülmeden de gördüğünü iddia edenlerin dürüstlüğü kanıtlanmayacaktı. Bu nedenle çoğu inanmamayı tercih etti. Her biri aklını kaçırmamak için mantıklı gerekçeler sunmaya çalışıyordu. Beyaz Nine tedirgin edici sakinliğini koruyarak söze karışıyordu, “Azimetiniz yanlış,” diyerek, “düşmanın keder içinde boğulması istenirse biraz su, kükürt ve karabiber ile tesirli büyüden yapılır. Ama onların tek derdi gezmek, görmek.”

Hiç kimse dinlemedi. Uykusundan uyandırılmayı sevmeyen kimse bu kadar dürtülmemeliydi.

Tek bacağı üstünde sekerek ilerleyen varlıklar uğraşmaya gelmiyordu. Atlılara yetişmek için yapabilecekleri zıplamaktan fazlası değildi. Siyah, buruşuk, kokuşmuş deriyle kaplı vücutları, ormanın içinde gölge gibi geziniyordu. Kasaba, kulaktan kulağa yayılan ama kimsenin inanmadığı hikâyelerin gerçeğiyle onca zamandan sonra bu gece yarısı yüzleşiyordu.


Bu gece ormanda sanki asırlardır olmadığı kadar çok ağaç vardı. Öyle ki, yoğun kar yağışı altında görüş menzili birkaç metreden ileri gitmezken bile, atlar birdenbire karşılarında beliren ağaçlara çarpıp eğimli zeminde yuvarlanıyorlardı. Üzerlerindeki korucular da birlikte. Buruşmuş derileriyle çok geçmeden bacağı, kolu iki yerinden kırılmış korucuya ve artık ayağa kalkamaz hâlde olan atın yanına varan varlıklar, iştahlı ağız şapırtılarıyla karınlarını doyuruyorlardı. Bu, üç gecedir böyle sürüp gidiyordu.

Yirmi dokuzuncu gönüllü korucunun da sonu böyle olunca kasaba halkı başka bir şey yapmaya karar verdi. Kimileri, nihayet, diye düşündü. Neredeyse yeni çocuklar dünyaya getirip onların ata binip canavar avlayacağı zamanı bekleyeceklerdi. Neyse ki başkaldırının hızlandırıcı etkisi konu şaşmadan kendini gösteriyordu. Kasabanın en huysuz bir başka yaşlısı, inatla tamamen beyazlamayan saçlarını, bakanın bile başını ağrıtacak kadar sıkı örmüştü. Ormanın içine yayılmış kimliksizlerden bit veya pire bulaşacağından korkuyordu. Karşılaştığı anda damarları, iç organları hatta ayıklanmadan kemikleriyle bile olgunlaşmış bir yemek olacağını kimse söylememiş olmalıydı. Bu yüzden en cesur plan ondan çıktı:
“Orman onlar için en güvenli alan. Ben diyorum ki, çiğ et yemeyi bu kadar seviyorlarsa onları kasabamızın içine davet edelim.”
İtirazlar yersiz hakaretlerle birlikte yükseldi. Kimse katilini ayağına çağırmak istemiyordu. Kadın devam etti:
“Birkaç tavuk ve hindi kesip meydana yığalım derim. Kokuya gelirler birkaç saat sonra. Biz de gizlenmiş oluruz.”

Düşündükçe büyük kısmına mantıklı gelmişti. Öyleyse çoğunluğa uymak gerekiyordu. Şimdi ormanda kimse kalmamıştı. Tek bacaklılar istedikleri dinginliğe ulaşmış, öylece geziniyorlardı. Doel’in içi ise bugüne dek hiç olmadığı kadar karışıktı. Tüm sokak ışıkları söndürülmüştü. El fenerleri ve meşalelerle önlerini aydınlatan kasabalılar meydana çıkan tüm yollara dağılmışlardı. Tek bacaklıları buraya getirecek yem hazırlanacaktı. Geçimini bundan sağlayanlardan değil kümes sahibi çiftliklerden on-on beş tavuk, hindi alındı. Alışık olanlar meydanın ortasında başlarını kesti. Kan, kasabalıların ayakuçlarına akana kadar beklediler. Koku ormandan duyuluyor olmalıydı. Zira ormandaki ceset kalıntıları kokusu kasabanın her yanını sarmıştı. Bir tek Beyaz Nine meydana bakan evinin penceresinde kuşları ve köpeğiyle birlikte çaresiz manzarayı izliyordu. Gözlerini ayırmadan. “Oysa dokunmasalar,” diye iç çekiyordu, “biraz gezip, etrafı görüp gideceklerdi. İki bacaklı, iki gözlü birini görmesinler, hemen kendilerini tamamlamak isteyecekler.

Keşke bunu kasabalılara en açık hâliyle anlatmış olsaydı.

Bekledikleri gibi oldu. Karanlığa gömülmüş kasabanın sadece meydanı sabah kadar aydınlıktı. Başları ile vücutları birleştirilemeyecek kadar dağılmış tavuklar ve hindiler tam anlamıyla ışıklar içinde yatıyorlardı. Ormana inen yokuştan ayak sesleri geldi. Çoğu bir zıplamaya benzemeyecek kadar insansı yürüyüşlerdi. Üstelik oldukça sakin. Aydınlığın vurduğu yere kadar yürüyenlerden bazılarının tarif edilene çok benzediğini fark ettiler. Siyah, buruşuk derileri vardı. Sivri yüzleri ve biçimsiz gövdeleri yalpalayarak ilerliyordu. Çünkü ilk defa iki bacaklılardı. Etrafa dünyayı ilk kez görüyor gibi bakıyorlardı. Kasaba içinde veya ormanda parçaladıkları bedenlerdeki eksikler, şimdi kendi bedenlerine ait gibi duruyordu.

Yalnızca tamamlanmış olanlar ormanın içinden gelmişlerdi. Durumu gözleyen birkaçı, henüz eksik olanlara kasabalıların planını anlatmış, yeni güzergâhlarını ezberletmişti. Kasabanın arkasından dolanacaklar, pusuya yatmış silahlıları gafil avlayacaklardı.

Çığlıklar yükseldi. Birkaç silah patladı. Görmeden bile kurşunların kimseye isabet etmediği, boyut değiştirmeyen çığlıklardan anlaşılıyordu. Yalnız kısa bir zaman sonra çığlıklar yerini aynı iştahlı yeme seslerine bırakınca emin olunmuştu.

Beyaz Nine kasaba meydanında artık tamamlanmış olan eski tek bacaklıları izlerken, geri kalanlar da karanlığın diğer ucunda belirmeye başladı. Onların da artık iki gözü ve iki bacağı vardı. Az önceki çığlıkların yaratıcıları olduklarına şüphe yoktu. Kan içinde bir göz ve henüz öne atmayı öğrenemedikleri kanlı ikinci bacak.

Beyaz Nine, “Oysa dokunmasalar,” dedi, “biraz gezip, etrafı görüp gideceklerdi. İki bacaklı, iki gözlü birini görmesinler, hemen kendilerini tamamlamak isteyecekler.”





Yorumlar

Popüler Yayınlar