Kızıl Hava Poenka ve Fal Okları

CosmicZion Zine adlı mitoloji, fantastik edebiyat ve uzay fanzininin Arap Mitolojisi/Hubel temalı 4. sayısında yayımlanmıştır.

Evde gün erken başlamadı.
Bu yaş günümün, ilk on beşinden farklı olacağı, sanki sabahından belliydi. Onlu yaşlarımı hızla ilerliyorum diye miydi, bilmiyorum ama eskisi gibi değildi işte.
Doğum günü sabahları uyansam da gözlerimi açmazdım. Evde erken uyanan diğerlerini uyandırırdı. Hepsi birlikte yatağıma kadar gelirdi. Uykumdan uyandırmamaya çalışarak beni havaya kaldırırlardı. Aslında uyumadığımı bildiklerine yemin edebilirim. Daha sonra senelerin kendiliğinden oluşturduğu bir ayin rutini gibi, odanın içinde adımı melodilerle söyleyerek beni uyandırırlardı. Hep bir ağızdan:
“İşte Poenka, sen doğdun, bugün doğdun. Bu kutlu güne başla. Uyan Poenka.”
Bu sabah kimse gelip beni uyandırmadı. Erkenden kalkıp gözlerimi aralamadan bunun olmasını bekledim. Bir tuhaflık vardı. Kalktım.
Sakin bir sabahtı. Evin tüm perdeleri kapalıydı. Uyanmaları gerektiğini düşünüyordum. Artık herkesin gözlerini açması gerektiğini biliyordum. Uyanık olduğu halde salonun ortasında gözleri kapalı, kendi etrafında dönen altı yaşındaki kardeşim hariç.
Bunu neden yaptı, henüz anlamamıştım. İnce ıslıklarla kendi etrafında dönüyordu. Bir şey söylemek istiyor ya da söyleneni sessizce dinliyor gibiydi. Ellerini cebine sıkıştırdığından dengesini kuramıyordu. En garip doğum günümün habercisi hareketler olduğunu birazdan anlayacaktım.
Evdeki gariplik yalnızca doğum günümün her zamanki gibi kutlanmıyor olmasında değildi. Yatağına fare girmediyse, kardeşim bu kadar erken uyanmazdı. Tüm perdeler kapalıydı ama evin içi aydınlıktan göz alıyordu. İçimde tuhaf bir his vardı. İçimden ne geçirsem, bir yüce onu yakalayıp gerçekleştirmeye yer arıyor gibi. Heyecanlı ve ürkmüş bir his.
Kardeşim Menat ve ben, birbirinin üstüne son sürat giden arabalar gibiydiz. Ben bu sabahı ne kadar yadırgasam da eminim o, yaşadığı en normal sabah olduğunu iddia edecektir.
Halının üstünde yalınayak dönerek ıslık çalmasında ne var diye merak edecektir. “Üstelik bugün özel bir gün mü? Hayır mı? Öyleyse niye kaybolmuş köpek yavrusu gibi yüzüme bakıyorsun?” diye de soracaktır. Tüm sorularını hiç cevap vermeden ağız dolusu iade etmek istediğimden, “Kaplumbağanı da bu sorularınla boğarak mı öldürdün yoksa su çok mu derindi?” diye soracağım.
Kardeşim üzülürse dağ yarılıyor gibi gelecekti. Öyleyse yüzüne kaybolmuş köpek yavrusu gibi bakmayı hemen bırakmalıydım. 
Yanına yaklaştım. “Menat,” dedim. Aniden durdu. “Durdum” diye bağırdı.
Üzeri bomboş halının üzerinde adımlarını öyle düzensiz attı ki, kaç saattir böyle dönüp durduğunu kestiremedim. Masaya zar zor yanaştı. İki eliyle sandalyenin sırtına tutundu. Sandalyeden yükselen tozları gördüm.
Aydınlıktan boğulan odanın içinde sandalyeden ağır ağır uçan senelerin tozuydu. Menat hapşırmadı. Masadaki sürahiye uzandı. İki avuç içiyle kavrayıp ağzına götürdü. Ağzının yerini bulması tek seferle sınırlı olmadı.
Bunları görmek pek sevimli değildi. Gizli bir coşku duyuyordum.
Görseniz, çöllerle dolu ülkelerin seneler önce yollara düşmüş insanları gibi su içiyordu odanın ortasında.
Bir yutkunsa içine nehirler dolacaktı.
Adımlarını seziyordum sadece. Yine çarpık attığı adımları sessiz evde yankılandı. Perdeye kadar yürüdü. İki kolunu kapalı perdenin iki kanadına astı. Sağ kolu gözüme çarptı. Omzunda, kardeşimde daha önce görmediğim bir dikiş izi vardı. Ne olduğunu anlayabilmek üzere, yanına kadar yürüdüm. Onunkilerin aksine hızlı ve düzenli adımlarımla kaygıyla gurur arası bir şeyler doldurdu içime. Menat’ın kolundakini anlamak için dokunmam gerekliydi. Şimdi yanındaydım.
Yanına ulaşmam bir işe yaramadı.
Aynı anda iki koluyla iki kanadı ters yönlere savurdu. Kızıl gökyüzü gözlerime çarptı. Daha sert bir darbe alsaydım ve bu fiziksel olsaydı, yere yapışmıştım. Şimdi sadece kan damlamış gibi kırmızı gökyüzü, gözlerimi çok acıtmıştı. Uzun zamandır görmediğini düşündüğüm gökyüzü, Menat’ı sıçratmıştı.  Yere düşüşünü gördüm. Devamına bakamadım. Ellerimle gözlerimi kapattım. Bu kez ben bağırdım: “Menat!”
“Durdum,” dedi usulca. Durduğunda yerdeydi. Ellerimi uzattım. İki elimi birden uzattım ama onu tek elinden çekerek kaldırdım. Yeniden kolundaki dikişi görmek istedim. Bir kolu düştüğü yerde kaldı.
Perdeler bu yüzden mi kapalıydı? Kolunu görmeyelim diye. Odanın nasıl böyle aydınlık olduğu konusu ise hâlâ nihayete ermemişti. Kızıl hava ile birlikte öyle ekşi bir koku ve sıcak bir hava girmişti ki odaya. Onu durdurduğuma pişmandım. Menat çok sakin bir çocuktu hâlbuki. Bir kez bile düşmeden büyümüştü. Sürekli evde oturabildiği en yüksek yere oturur ve bağdaş kurardı. Önce annemi, sonra babamı, en son da beni yanına çağırıp bir şey isteyip istemediğimizi sorardı. Bu sıralama, evdeki en sevdiği kişiden başlayan bir sıralamaydı. İşin garip yanı, karşısında durup yalandan dilediklerimiz gerçekten oluyordu. Fakat o zaman iki kolu da yerindeydi.
Şimdi istediğim soruyu sormanın tam sırasıydı.
“Kolun düştü, farkında mısın?”
“Senin kolun düşse fark etmeme ihtimalin var mı Poenka?”
“Benim kolum düşse bu kadar sakin kalma ihtimalim de olmazdı.”
“Seninle aynı tepkileri vermemiş olmak beni hep gururlandırmıştır zaten.”
“Annemle babam bu gürültüye kesin uyanacaklar.”
“Onlar burada değil.”
Bu kadarı fazlaydı. Ama Menat devam etti:
“Ülkemizde değiliz. Sadece evimizin bir odası görünümü hâkim buraya. Bir başka kıtadayız. Hükmün putlarda olduğu bir başka zaman.”
Nerede ve hangi zamanda olduğumuzu sordum. Koluna ne olduğunu da sordum.
“Poenka, burası hakkında böyle alenen konuşmak güvenli değil. Bir başka yer işte. Ve yaşının hep on beş kalacağı bir zamandayız. Bu konuyu bir daha açma. Kolumu mu soruyorsun? Beni buraya getirirlerken oldu. Zaten takmaydı. Hiçbir şeyin tekrarı, ilki gibi olmuyor.”
Bu son dediği, bir çeşit laf sokma mıydı? Benden dokuz yaş küçük olduğu için kendince öç mü alıyordu? Bu, ona sormayacağım sorulardan biriydi. Bu yüzden sorularım burada bitti. Onu kimin, nereden getirdiğini, bu sırada koluna ne olduğunu henüz öğrenemedim.  Kana kana su içmesinden hayli sıcak bir yer olduğunu çıkarttığımı söylesem tek düzeliğimle dalga geçecekti.  Kızıl hava, buraya getirilirken kolunun kırılması…
Aklımın tüm düğümleri çözüldü.
Odaya dolan kızıl ışık yavaş yavaş soluyordu. Sanki perdeler kalkandı da içeriyi, dışarıdan koruyordu. Perdeler açılmadan önceki yoğun aydınlık da birlikte kaybolduğu için her şey daha seçilir oldu.
Bu odada senelerdir yaşanmamıştı. Raflardaki örümcek ağları, tozla kaplı avizeler, masa lambası, eski görünümlü ahşaplar… Hepsi bunun birer kanıtıydı.
 İçerideki ekşi kokunun tek kaynağı da hava değilmiş öyleyse. Küf kokusuydu.
“Menat, rüyadan nasıl uyanılacağını biliyor musun?” dedim. Umutsuz değildim.
“Ben o işlere bakmıyorum.” dedi. Gerçeğe dair son umudum da tükendi.
“Ha-hangi işler?” diye sorabildim. Tek seferde değil.
“Ben olmasını istediklerinize bakarım,” dedi. “Tam şurada.” Oturup dileklerimizi sorduğu yeri gösterdi. 
Evimi ilk kez görmüyordum. Ama bu gördüğüm, evim de değildi. Türbe gibi dekore edilmiş bir duvarın tavana yakın konumunda bir raf vardı. Rafın üzerinde insanın uykusunu getirecek rahat görünümde bir minder. Duvarlar kırmızı akik taşıyla kaplı. Hayır, bu taşı tanımıyordum. Menat, “Kırmızı akikler bu kokuyu emip bitirecek,” diyeli birkaç dakika olacaktı.
“Şimdi,” diyor, “Evden gitmeden önce, Poenka’nın gününü kutsayalım.”
Ben neden evden gidiyormuşum ya? Bana, benden üçüncü şahıs olarak bahsettiğini anlamak istemedim. “Durdum, diğerleri!” diye bağırdığı an ne saçmaladığımı düşündüm. Kardeşimin bir kolu yok ve içerdeki diğerlerine -durdum- diye bağırıyor. Tanrım, artık yeni yaşıma girmek istediğimden emin olamıyordum.
Kapıdan tek tek girenleri saydım. Dört kişilik küçük ailemize kimi zaman küçük gelen evimiz şimdi içeride üç yüz kişiyi taşıyordu. Taş görünümlü giysiler mi giymişlerdi? Bence hayır. Yürüyüşleri de bi’ garipti. Kapıdan son kişi de girince kardeşimi görmek için döndüm. Yerinde yoktu.
“Çıktım Poenka!” diye bağırdı. Şu bağırma işi canımı sıkmaya başlamıştı. Etrafta meşaleler ve mumlar yandı. Bu yükseklikteki rafa çıkmıştı. Etrafta tırmanacak bir yer yoktu. Çıkabileceği bir merdiven de yoktu. Kardeşimden korkuyordum. Çünkü bir kolu da yoktu.
Altı yaşındaki kardeşimi doğanın dengesine karşı çıkarken görmek aklımın sınırlarını zorluyordu.
“Her buraya çıktığında annemle babam gelirdi benden önce,” dedim. Hangi saçmalığın içinde olduğuma dair ipuçları aradığımı anlamış olmalı:
“Bugün sadece senin doğduğun gün. Annemle babam bu olayın sadece fani aracıları.”
Bahsettiği şey dünyaya gelmeme sebep olan eylem olduğu için odadaki üç yüz yaratık tipliden ve kardeşimden utanıyordum.
Çıktığı yere yerleşip bağdaş kurdu. Gözlerini devirerek odadaki diğerlerine ne yaptıysa tekrarlamalarını söylemişti. Kardeşim yetenekleri olan biriydi.
Artık odaya tamamen toz ve kızıl renk hâkimdi. Toplam üç yüz bir put kılıklı ve ben birbirimize bakıp alışmaya çalışıyorduk. Menat, “Başladım!” diye bağırdı. Lütfen artık bağırma, dedim. Kendimi ben bile duymadım.
Menat birden gözlerini ve ağzını sımsıkı kapattı. Birisi gıdıklıyor da gülmemeye çalışıyor gibi görünüyordu. Kardeşime bakarken fark etmedim; diğerlerinden en uzun boylu olanı burnumun dibine kadar girmişti. Sonradan Menat’ın baş yardımcısı olduğunu öğrendiğim bu kişi yapacaktı her şeyi.
Bir aralık bulup kapıdan çıkmak istedim. Odanın yerlileri gibi davranan üç yüz puttan beni tutan daha arkaya attı. En sonunda odada kapıya en uzak yerdeydim. Doğduğuma pişman oldum.
“Poenka!” diye bağırdı. İrkilmedim. Bağırmasa neden derdim.
“Poenka, dilek tutacak mısın?” dedi. Beni hâlâ nasıl tanıyamadığını düşündüm. Tamam, beni pek sallamazdı. Ama bunu da soramazdı.
“Saliseye bir dilek düşecek şekilde, üflemeye başlamamdan mumların söndüğü ana kadar aklımda ne var ne yoksa dileyeceğim,” dedim.
Hiçbir şey üflemeyeceğimi çoktan anlamam gerekirdi. Dilek tutmaya bayılıyordum. Konuşmaya başladığımdan beri hep sesli biçimde istediklerimi söyleyip olmasını beklediğim anlatılıp dururdu. Menat da bunu çok iyi biliyordu. Şimdi çakma bir ayinin ortasında bana dilek tutacak mısın diye sorma cesareti nereden geliyordu? Kızmaya başlamıştım.
Bütün istediklerimin olacağı fısıldanıyordu. Arkadan gittikçe yükselen ve fısıltı olmaktan çıkan sözler, Menat’ın bir dilek Tanrısı olduğunu söylüyordu. Diğerlerinin en uzun boylu olanı ukala cevabımı beğenmemiş olacak ki beni kaldırıp omzuna koydu ve Menat’la eşit boya getirdi. Şimdi kardeşimle yüz yüzeydik. Odanın içinde yanan meşaleler, kızıl renkle birleşip yüzüne vuruyordu.
“Bugüne kadar çok saçma şeyler diledin,” dedi, “Her dileğin gün sonunda önüme dökülürdü. Hiçbirini yaşamaya değer görmediğim için kabul etmedim Poenka, kusura bakma.”
İnsan kardeşine bunu da çok görmesin. Sen koskoca dilek Tanrısı ol, bir tane bile değer görme.
“Eee?” dedim. En uzun diğeri kendini şöyle bir salladı. “Evet canım kardeşim, yani?” diye düzelttim.
“Yani, nihayet sana maziyi unutturacak bir fırsat Poenka. Odadaki her bir puttan bir dilek dileme hakkın var. Hiçbirine de değer mi diye bakmayacağım. Fakat yapman gereken tek şey; ayın hilal olduğu vakit, yani bu gece, yedi fal oku içinden en kısa olanı, odadaki üç yüz putun birinin arka cebinde bulmak. 
Neşeli durumlar yaşadığımızı mı düşünüyordu?
Oda kaynamaya başladı. Yüzlerce arka cebi karıştırıp birkaç denemede en kısa fal okunu bulmam lazımdı. En iyi arka ceplerini seçmem daha farklı sıkıntılar doğurabilirdi.
“Başka bir teklifim var,” dedim. “Menat, bana iki farklı boyda fal oku ver. Arkamda tutayım. Kısa olanı çekersen senin dileğin, çekemezsen benim dileğim gerçekleşsin . Kabul mü?”
Gözleriyle emri çaktı hemen. Biri diğerinden biraz uzun iki ok verdiler. Ellerimi arkaya götürüp karıştırdım. Uzun olanın omuzlarında oturuyordum. Sırtımda iki fal oku tutup kardeşimi yenmeye ve eve gitmeye çalışıyordum. Kaldığım yerden doğum günü hediyelerim için heyecanlanmak çok iyi bir fikir gibi geliyordu.
“Seçtim,” diye bağırdı. Suç bu kez benimdi.
Sağ kolumu gösterdi. İki elimi yan yana getirdim. O an, odadaki diğerleri çıkıp gitti. Menat, yere, asıl boyumuza indi. Acelesi varmış gibi kıpırdanmaya başladı. Oklara baktım. Uzun olanı seçmişti. Ne dileyeceğimi iyi biliyordu.
“Kardeşim olmasan Tanrılığı yedirtmezdim sana,” dedi. Vurgun yemiş gibiydi.
“Menat, evimize dönelim,” dedim. Bunun zaten olacağını söyledi. “Kazandın, bari şimdi düzgün bir şey dile Poenka.”
Benim dileklerimin ardı arkası kesilmezdi. Dünya üzerinde olup da sahip olmak istemeyeceğim şey yoktu.
“Evimize dönelim ama bunları da hatırlayalım öyleyse.” İşte zor bir şeyler istemiştim. Bunu istemesem bir milyon dilek hakkı isterdim. Yedi fal okunu bulsaydım Menat bana üç yüz bir dilek hakkı verecekti.
Mecbur kabul etti. Şimdi eve dönecek, bu sabaha yeniden uyanacaktık. Menat halıda dönmüyor olacaktı.
Dünya üzerinde olup da bana ait olmak isteyen hiçbir şey yoktu. Bu yüzden hiçbir dileğim kabul olmuyordu.
Bugüne kadar dilediklerimin yarısının bile gerçekleşmesi için dünyanın vidalarını gevşetmem gerekirdi.
Ben bunları düşünürken Menat bir asayı yere vurup tozu dumana kattı. Gözlerimi araladığımda annem, babam ve Menat, odanın ortasında beni döndürüyordu:
“İşte Poenka, sen doğdun, bugün doğdun. Bu kutlu güne başla. Uyan Poenka.”
İşte on beşinci yaş günüm böyle başlıyordu.

Yorumlar

Popüler Yayınlar