GÖKLERİN EGEMEN ECESİ FERİMAH
CosmicZion Zine Anadolu Mitolojisi/Kibele temalı 3. sayıda yayımlanmıştır.
“Ben doğayım. Evrensel Ana, tüm öğelerin hanımı, zamanın başlangıcındaki çocuk; tinsel her şeyin egemeni, hem ölümlülerin hem de ölümsüzlerin ecesi, bütün Tanrılarla Tanrıçaların tek belirimiyim. Bir baş eğişimle göklerin parlak yüksekliklerini, sağlık saçan deniz esintilerini, altımızdaki Dünya’nın yas dolu sessizliğini yönetirim. Gerçi insanlar farklı görüntülerime tapar, sayısız adla tanınırım ve övüldüğüm kuttörenler birbirinden farklıdır, ama tüm Dünya’da ululanan hep ben olurum.” Apuleius
“Ben doğayım. Evrensel Ana, tüm öğelerin hanımı, zamanın başlangıcındaki çocuk; tinsel her şeyin egemeni, hem ölümlülerin hem de ölümsüzlerin ecesi, bütün Tanrılarla Tanrıçaların tek belirimiyim. Bir baş eğişimle göklerin parlak yüksekliklerini, sağlık saçan deniz esintilerini, altımızdaki Dünya’nın yas dolu sessizliğini yönetirim. Gerçi insanlar farklı görüntülerime tapar, sayısız adla tanınırım ve övüldüğüm kuttörenler birbirinden farklıdır, ama tüm Dünya’da ululanan hep ben olurum.” Apuleius
Kybelen
Dağı’nın zirvesinde parmak uçlarında durdu. Ufak sayılacak bir sıçramayla Ay’ın
çukurlarından birine tutundu, kendini yukarı çekti. Ferîmah, sırtındaki gümüş
tekerlek mührüyle Göklerin Ecesi diye bilindiği evine dönmüştü sonunda. Evinin
yolu, Kybelen’den geçiyordu. Ferîmah’ı evine götüren dağ, zirvesinden Ay’a
asılıydı. Öyle büyüktü ki, yeryüzünde Kybelen’in eteğinden yukarı bakıp da
dağın sonunu hayal edebilen olmamıştı.
Kızıl
saçları sırtındaki gümüş tekerlek mührüne döküldüğü için Sin, Ay’ın yegâne
Tanrıçası Sin, ilk önce Ferîmah’ı tanımadı. Çok uzun zamanlar önce onu
Kybelen’den Dünya’ya gümüş bir tekerlek üstünde yuvarlarken belki yüzyıl boyu
gelmeyeceğini biliyordu. Döndüğünde tanıması için sırtına bu mührü kazımıştı. Ferîmah,
evinin dilâsa sesini kulaklarına doldurmayı ümit ediyordu. Şimdi ise ellerine
sığmayan saçlarını sol omzunun üstünde toplayarak sırt kemiğinin üzerindeki
mührü görsün diye Sin’e sırtını döndü. Sin, yüz yıllara yenik düşen gözleriyle
seçebildiği kadarıyla karşısında Ferîmah’ı görüyordu. Tamah etmedi, mührü
göstermesi şimdilik yetecekti:
“Ferîmah! Elbette sensin! İnanmadım değil, kızım, saçların ay tenini örter kadar uzamış.”
Sin,
Ferîmah’ı en son göreli kim bilir kaç zaman olmuştu. Onu Kybelen’in eteğinden Dünya’ya
yuvarladığında saçları el kadar ve kapkaraydı. Şimdi yere değip ay tozlarını
süpüren saçları, tıpkı annesininki gibi sonsuz kızıldı.
“Ah,
güzel ecem, göklerin egemen ecesi, söyle! Anlat hadi! Nelerle geri döndün?”
Bu
kadar zaman boyunca ona böyle seslenmeyi nasıl unutmamıştı? Bu sesleniş içinden
bir gürültü koparttı. Ferîmah, ay yüzeyinden ayırt edilmeyen teninden Sin’e
neler koparmalıydı biliyordu. Fakat eksik olan, dudaklarının, dilinin Sin’in
duymak istediği cümleleri taşımamasıydı. Bunca zaman evinden uzaklaşıp Dünya’ya
gittiğini, annesini bulamadan geri geldiğini Sin’in titreyen ellerinden tutarak
ona anlatmak kolay olmayacaktı. Suskunluk içinde başını öne eğse, Sin “Bulamadım”
diye anlayacaktı. Kararlılıkla gözlerini gözlerine dikse “Giderken söz verdiğim
gibi…” diye anlayacaktı. Öyleyse saçlarını yeniden sırtına bırakıp önüne
dönmeden ıslık çalmaya başlamalıydı. Çocukluğundaki gibi, Ay’ın keşfettiği tüm
çukurlarında annesine dair bir şey arayıp bulamadığında yaptığı gibi. Sin için daha açık bir ifade olamazdı. Hiçbir
şey duymadı, her şeyi anladı:
“Ruhunla
aradığından emin misin? Tüm duvarlarda, tüm ağaç kavuklarında, arı kovanlarında
aradığından emin misin Ferîmah? Ha kızım?”
Islığı
olmadık yerde kesti:
“Sin,
ben Dünya’ya indiğimde tekerlek henüz icat edilmemişti, şimdiyse insanlar
Kybelen’e varacak kadar tuğlalar diziyor, adına da gökdelen diyor ve gerçekten
göğü deliyor. Bunca zaman ne yaptığımı düşünüyorsun?”
Sin, Ferîmah’ı Kybelen’den yuvarladığında o, o kadar ufak ve suskundu ki, şimdi bu cümleyi aynı kişiden duyduğuna ikna olmak için mühre yeniden bakmak istedi. Fakat bunca saç ile yeniden uğraşmazdı, vazgeçti.
“Ay’ım,
Ferîmah’ım, gitmenden bu yana Hacemat bir daha hiç gelmedi. Gelseydi yıktığı
evimizin taşlarına sürterek yüzerdim derisini.”
Şimdi
de Ferîmah şaşkınlık içinde bu cümleyi Sin’den duyup duymadığına emin olmak
için uzunca yüzüne baktı. Üst üste gelip yüzünü örten kırışıklıklara rağmen
aynı Sin’di. Ferîmah, ona bu kini bunca sürenin verdiği yalnızlığın yüklediğini
düşündü. Öyleyse kendisine kızmalıydı. Kızmalı mıydı? Cadı Tanrıça Haceta’nın
evlerine, Ay’a saldırdığını düşünüp bu fikirden vazgeçti. Elinden hiçbir şey
gelmezdi. Henüz kundakta bir bebekken, saçları alnına bile dökülmeyecek
kadarken olmuştu bu: Annesi, Kybele, Ferîmah’ı kucağına aldığından o zamana
kadar Ay’ın ucundan ayaklarını sarkıtırdı. Ferîmah’ı uca kadar yaklaştırmazdı.
Sesinin duyulacağı yakınlıkta fakat aşağı kaymayacağı uzaklığa bırakırdı
kızını. Kundağın korkuluğuna bağladığı iple Ay’ın ucundan Ferîmah’ı sallayarak
“Göklerin Egemen Ecesi” masalını okurdu. Masalın sonunda göklerin ecesi hep
Ferîmah çıkardı. “Göklerin egemen ecesi Ferîmah’mış…” cümlesinden sonra
anne-kız Sin’in kalesine gider Ay’ın tüm nimetlerinden kurulmuş sofraya
otururlardı. Sin, Ay’ın neşeli ışığını, Kybele’nin güzelliğine bağışladı..
Ay’ın şavkı en parlakken doğmuştu Kybele, Sin’in ellerine. Yirminci yaşında,
bir Ay tutulmasında Ferîmah da Sin’in ellerinde doğmuıştu. Kybele, Ay’da
yaşadığı her bir saniyeyi tüm galaksilerin hayat olan tüm gezegenlerine,
uydularına, yıldız kümelerine değer görüyordu. Attığı her adım Ay tozlarını
mutlu eder, verdiği her nefes Dünya katmanlarına oksijen olarak yer ederdi.
Nehirler onunla akar, hiç durmazdı. Arı kovanları onun hakimiyetinde doğardı.
Yeraltının yılanları onun ıslığıyla dans ederdi. Karşısına ölüm çıktığında onu
doğa ile boğardı. Ferîmah, onun Ay yüzeyindeki yansımasıydı. Onunla yeşerecek
Dünya baharları, onunla ışıyacak geceler, onunla gülecek periler hayal ederdi.
Kulaklarında masal cümleleriyle büyütecek, coşkun sevdalar kadar büyük bir
kalbi, göğüs kafesine dikecekti. İşte
Ferîmah, bu hayattan koparıldı; ya da annesi Kybele, işte bu hayattan
koparıldı:
Yüz
yıllar evveldi, günün Dünya’da sabah olduğu için Ay’da ışıkların söndürüldüğü vakitleriydi.
Günlerdir Sin’in ağzından düşmeyen kötü kötü sözleri aklından çıkarmaya
çabalayan Kybele, Ferîmah’ı huzurla uyutmak için kaleden kundakla ayrıldı.
Sin’in kehanetine göre ne zamandır ortalıkta olmayan Cadı Haceta, kara bir taş
olarak Ay’ın karanlık tarafında görünür gibi olmuş. Bir zaman Sin’in kalesi
için Ay’da savaş çıkaran Cadı Tanrıça Haceta geri dönecekmiş. Sin onu bildi bileli Haceta’nin
tek derdi Ay’ı küçücük bırakmakmış. Ay küçülürse Dünya geceleri çok daha
karanlık olur, kötülük çok daha hızlı yayılırmış. Bu yüzden Sin, Haceta’nin
döndüğü söylentilerine çok inanmış görünüyordu. Üstelik eskiden kalan ufak bir
hesapları vardı ki, bu bile dönmeye değer görünüyordu. Sin, Haceta kaleyi yıkıp
Ay’ın o tarafını Dünya’ya dökmek istediğinde Heceta’nın büyülü yeşil şalını
sırtından sıyırıp lime lime ederek Dünya’ya yağdırmıştı. Yazık olmuş insanların
o zaman adına “yeşil Ay ipi yağmuru” dedikleri, Cadı Tanrıça Heceta’nın büyülü
yeşil şalıymış. Dünya’ya döken kişi Sin olduğu için, kötü bir büyü olarak
değil, bereket olarak inmişti toprağa. Yüzyıllardır insanlar hala Ay ipi
yağmuru bekler dururmuş. Şu yüzden yazık olmuş insanlar; yeşil Ay ipi yağmuru
adına ne şarkılar ne şiirler yazılmış… Sözün kısası, Haceta Ay’ın yakasını
bıraksa bile Sin’in yakasını bırakmazdı. Son derece dehşet verici cadılık
geçmişine bereket yağmurunun eklenlemesi hiçbir cadının hoşuna gitmezdi.
Kybele,
o gün tüm bunları kim bilir kaçıncı defa Sin’den dinledikten sonra kaleden
buraya kaçmıştı işte. Yine kundağı biraz ötesine bırakmıştı. Elinde kundağa
bağlı ip, etekleri yerleri sürüye sürüye Ay’ın ucuna dek geldi. Her zamanki
gibi masal okuyacak, Ferîmah’ın biraz uyumasını bekleyecekti. Sonra da birlikte
kaleye dönüp Ay özütlerinden yapılan yemeklerden oluşmuş mükellef Sin sofrasına
oturacaklardı. Ay’ın ucundan ayaklarını sarkıttıktan sonra masalı okumaya
başladı. Bu sırada kaleden onları izleyen Sin, Kybele’nin sırtının dönük olduğu
taraftan kapkara bir yuvarlağın Ay’a yaklaştığını gördü. Ne kadar yaşlanmış
olursa olsun Ay Tanrıçası’nın gözleri, evine yaklaşan hiçbir tehlikeyi gözden
kaçırmazdı. Elindeki gümüş asası ile çok kısa bir zaman içinde neredeyse Ay’ın
ucuna kadar geldi. Soluğunu kesecek bir telaş içinde Ferîmah’ın kundağının
yanında dikildi. Onu alıp geldiği yolun yarısını geri döndü. Bebek artık
güvendeydi. Fakat annesi hala Ay’ın ucunda masala devam ediyordu. Öyle dalmıştı
ki, Ferîmah’ı salladığı ipin avucundan kayıp gittiğini bile hissetmemişti.
Kybele, masalın sonuna kadar gelmişti. “Ve göklerin egemen ecesi…” fısıltısı
ile masal sona ermesi gerekiyordu. Öyle de oldu:
“Ve
göklerin egemen ecesi…”
Sin,
asasını yere vurup büyük bir gürültü kopardı ve “Kybele, atla! Dünya’ya atla!
Haceta geldi!” diye bağırdı. Asa yere değdiği anda Kybele’nin Dünya’na inerken
ölmemesi için bir dağ yarattı. Kybele’nin ayakucundan Dünya’nın nehirler
diyarına kadar inen Kybelen Dağı, onun parçalanmaktan kurtulmasını
sağlayacaktı. Tam bu anda Cadı Haceta’nın kılığına büründüğü devasa kara taş,
az önce Ferîmah’ın kundağının durduğu yere düştü. Ay’ı o ucundan kopardı. Ay’ın
ucunun irili ufaklı taşlar halinde boşluğa dağıldığı zaman Sin, sadece
Kybele’nin söyleyemediği masalın son kelimesini söyleyebildi: “Ferîmah’mış…”
Sin,
yanındaki kundakta ağlayan Ferîmah ile Ay’ın parçalanan kenarından Kybelen
Dağı’nı izledi. Az önce Kybele’nin onu duyup duymadığı bilmiyordu. Kybelen
Dağı’nın onu sağ salim Dünya’ya indirip indirmediği bilmiyordu. Tek bildiği
günlerdir söylediklerinde haklı çıktığıydı. İnsanların gök taşı yağmuru olarak
bileceği bu olayda Ferîmah’ın annesinin nasıl bir kara taşa dönüşüp Dünya’ya
düştüğünü düşünmek dahi istemiyordu. Cadı Haceta ise olanları Ay’ın öteki
ucundan izleyip Kybele’nin yok olduğundan ve Ay’ın küçüldüğünden emin olduktan
sonra Sin’den aldığı intikamın sevinci ile görünmeden uzaklaştı.
Bir
zaman sonra Ferîmah büyüyüp annesinin yaşına gelmişti. Sin, o büyüyene dek
“annem nerede?” sorularına hep “bir nehirde akıyor” diye karşılık verdiği için
şimdi anlatması biraz zordu. Ama Ferîmah’a yirminci yaş gününde Ay’ın yüzeyinde
neden bir sürü çukur olduğunu, ucunun neden parçalanmış göründüğünü, Cadı
Haceta’yı, annesi Kybele’yi ve Kybelen Dağı’nı tek nefeste anlattı. Ağzını
açmasına fırsat vermeden:
“İşte
onca yıl sana neden –göklerin egemen ecesi Ferîmah- derim, cevabı budur Ay
güzelim. Annen Dünya’da bir yerde, belki sahiden bir nehirdedir. Belki bir
çiftçi tırpanının ucunda yeşeren berekettir. Belki kapkara bir taşa dönmüş,
yollarda dolanıyordur. Senin masalın bu Ferîmah’ım…” dedi.
Ferîmah,
aklının içinde dönüp duran, birbirine dolanan binlerce cümle içinden sadece şunu
seçti: “Annemi geri getirebilirim.” Sin, bunca anlattığının üzerine bir de
bunun imkânsızlığını ona anlatma gücünü kendinde bulamadı. “Bakma buradan öyle
göründüğüne, Dünya sandığın kadar küçük değil kızım.” dedi. Ferîmah, “Yıllar
gerekirse yıllarca, asırlar gerekirse asırlarca ararım, ben annemi bulabilirim
Sin, beni oraya gönder…” dedi.
Görünen
oydu ki kararlılığı ile Ferîmah’ı Ay’ın hiçbir köşesine sığdıramayacaktı. Sin,
bu isteğe boyun eğdi. Kybele’den sonra Ferîmah’ı da sonsuz bir yolculuğa mı gönderiyordu,
bilmeyerek kabul etti. Belki bir daha dönmeyeceğini, dönse dahi yüzyıllar
süreceğini hesaba katarak dönünce onu tanıması için bir iz bırakmalıydı.
Ferîmah’ı Kybelen Dağı’ndan Dünya’ya bırakırken kullanacağı gümüş tekerleğin
mührünü sırtına kazıdı. Ve sonra onunla vedalaştı:
“Hala
gitme derim, gitme Ferîmah’ım… Mademki bulacağına bu denli inanıyorsun, öyleyse
bulmadan da geri dönme. Tüm göklerin tek ecesi sensin, Ferîmah.”
İşte…
Onu Dünya’ya bu cümlelerle uğurlamasının üzerinden kaç zaman geçtiğini dahi
sayamamıştı ve Ferîmah, geri dönmüştü. Şimdi Sin’e annesini bulamadığını nasıl
söylerdi? Kybele, yüzyıllardır bulunamadı: Hiçbir nehrin akışında yoktu. Hiçbir
kuşun kanadına asılı değildi. Kışın ısıtan sıcaklığı, yazın serinleten bir
gölgesi yoktu. Ferîmah, bunu, Sin’in gözlerinin içine bakarak söyleyemezdi…
Yorumlar
Yorum Gönder