EKSİK/BÖLÜM 3

"Eksik" öykü serisi bir e-dergi olan Lemur Dergisi'nde yayımlanmıştır.
"Kendi kedine konuşana deli diyen insanların akıl sağlığı kimce tescillenmiş Aylin?"
Karınca basmış televizyon ekranına bakan birinin bakışlarındaki boşluğu bilirsiniz, bu soru karşısında öyle baktı bana. Sonra hemen en sevdiği olduğunu düşündüğüm, gök rengi giysinin ön tarafını torba gibi tutup oyuncaklarını tek seferde içine topladı.  " Dur yahu, gitme hemen." Eteğinin ucundan yakaladım. Bunu hangi cesaretle yapıyordum? Az sonra olacakları duyunca bu dediğime hak vereceksiniz. Hangi cesaretle? Kızı, erkeği, kendinden yaşça büyüğü bile çekinirdi ondan. Onu bana çeken şey de buydu: Karşısında hareketlerimi öyle teferruatlı bir biçimde izah etmek durumunda kalırdım ki, o yaşımda komutanından azar yiyen asker gibi çakılırdım her seferinde bizim apartmanın önündeki griden de gri kaldırımlara. Aylin, rugan aykkabısının topuk kısmını tam ağzına sertçe indirdi. "Çekiştirmesene be!" Dünyanın ilk kuralı, aklına gelenin hız kaybetmeden başına gelmesi olmalıydı. Aylin gitti.
Dudağım öyle kanadı ki, karşı kaldırımdan camları bize bakan berber dükkanındaki Hamdi Amca, babamın otuz beş senelik arkadaşı, elinde usturası, dükkanda müşterisini bırakarak yanıma koştu. "Ah be çocuk!" dedi üst dişleri ağzının sınırlarını zorlayıp dışarı taşarken. "Zavallı, ezberledin şu ayakkabının altını!" Hep ağzı doluymuş gibi konuşurdu. Aylin ile olan ilişiksiz ilişkim meşru olmuştu o sabah vakti mahallenin tam ortasında. Küstah bir memnuniyetle dudağımdan içeri sızan kanı yutmak zorunda kaldım. Memnundum boğulduğum kana. Esnafından mahallelisine, şekilsiz çocuktan, sokak köpeklerine, hepsinin yüzüne çarpmıştım. O zaman öyle tabii, kız sana vurduysa, sana aşıktır. Az geliştirilmiş ve gelişmeye açık olmayan, bayağı bir düşünceydi bu. Zaman, her şeyi bozdu. Fakat Aylin'in yalnızca kaideleri vardı, istisnaları yoktu. Hamdi Amca, dudağıma kokusu burnumu sızlatan bir şeyler sürerken Aylin'i gördüm. Karşı sokağın girişindeki geniş gövdeli ağacın arkasından rüzgar uçuşturuyordu eteğinin ucunu. Fark etmemişti. Onu gördüğümü fark etmemişti. Yani beni merak mı etti? Yoksa hala soğumadı mı içi? Ne bakıyordu Aylin? Derken aniden fırladım Hamdi bakkalın elinden, ağaca doğru olanca gücümle koşuyorum. Pazardan dönen birkaç insanın torbalarına dalmış bulundum. Karşıya geçmeye çalışan kedinin ödünü koparmış bulundum. Gözlerimi kapatıp kollarımı açtım. Biraz mesafe öteden Aylin'in bulunduğunu düşündüğüm noktaya atladım. Gözümü açtığımda annem başımdaydı. Babamın arkadan gelen "Sanki çok zekalıydı ya, bu düşüşle biraz gerizekalı olmuş olur canım. Ne olacak!" Gözümü açtığıma pişman olduğum sabahlardan biri. Fakat bu sabahın bir farkı var: Sabahları gözlerimi açtığıma bir kez pişman olurum. Sonra günü koşarak geçer, gözlerimi kapatacağım dakikaya giderdim. Bu sabah şu gözleri açıp onlara yaranmaya çalışmaya, bunu bir türlü başaramamaya ve gözlere dolup dile varmayan kötü sözlere maruz kalmaya ikinci defa baştan başlamıştım. Babaannem, ruhu şad olsun, o gün, gün boyu ensemde buzla yanında dolandırmıştı beni. Rezalet! Sırtım sırılsıklamdı. Okula gitmemiş oldum, büsbütün rezalet! Ha, unutmadan, şu meseleye dönecek olursak, ablam anlattı; Aylin, ona doğru koştuğumu görünce çok değil, bir adım sola kaymış. Ben de Aylin diye büyük taşın üzerine düşmüş oldum. Dudağım yetmiyor gibi, ayak bileğim, kaşım... Sahte acımacı gözler içinde taşınmışım Hamdi bakkal Amca tarafından az ötedeki evimizin bahçe kapısına kadar. Sonrası bildiğiniz gibi işte; babamın bulduğu eşsiz fırsat neticesinde çıktığı zıvana. Aile bireylerinin yapılacaklar listesi: Yüce'ye gözünü açtığı ilk on saniye iyi davran, sonra iş bölümü neticesinde kardeşler takımı olarak alaycı gülüşmeler ve babayı gaza getirmek üzere olayı abartarak anlatma, çirkin ama tatlı ihtiyar takımı olarak dede ve babaannenin, insanın kendisini bağışlatmak zorunda olduğunu hissettiren şefkati, anne ve babanın... Neyse. Artık tanıdınız onları benim kadar.
Hayatımın mahrem yerlerinden birindeydim. Bu sabah yalnızca yayları bozuk divanın üzerinde merdiven altı bile olmayan pansuman sonucu yarısı sarkan alt dudağımı diğer yarısına diktiler. Ayak bileğime babaannemin takma dişlerince çiğnenen ekmek içi ile eti sardılar. Babam bir de buna sinirlendi: "Midemize indirmeye et bulamıyoruz, şu it oğlu itin ayağı eksikti." Bu cümleyi boğulur gibi bir ses ile sesli bir şekilde tekrarlarsanız, o acılar içinde neden başımı yastığa, yorgana gömüp güldüğümü anlayabilirsiniz. Bu lafın ucu sana dokunuyor baba, itin oğlu olan bir itsem eğer. Tabii ki bunu sesli söyleyemezdim.

 Sonra sonra anladım ki, o gün tüm kızgınlığı bana değildi babamın. Belki yarısı. Meğer Beyoğlu'ndaki adam, adını evde sıkça küfürler eşliğinde anar, bulmuş babamın izini. Hoş, nasıl bulmayacaktı? Heves edip açtığı dükkan tutmayınca kirasını çıkartamadığı için dört aylığı adama takmamış gibi alnı açık dolanıyordu son üç haftadır sağda solda. Çok güldüm babama. Güldüğüm için yediğim küfürleri lügatınıza sokmak istemem. Eh, hakkım yok değil, o da biliyordu. Sırf bu yüzden "Senin gülen dişlerinin köküne" diye başlayan cümlesini tamamlamadı. Haklılığın ekmeğini ilk o gün yedim. Dedim ya, hakkım vardı gülmekte: İlk günler beleşe iş batırmış bir mutluluğu vardı. Hatta öyle ki, dükkanı kamyonete yükleyip kapıya mührü bastırdığı günün akşamı eve herkesin sevdiği bir şeyden alıp gelmişti. İşte babaanneme kestane şekeri, anneme yünden bir kazak, dedeme tespih, ablama şu, abime bu, bana meybuz... Parmaklarını ensesinin arkasında birleştirip ara sıra kumandayı sol avcunda kavrayıp kanallar arasında hızla zıpladı. Abimi arka mahalleye dondurma almaya yolladı. Tuttu, beni kafamdan öptü. Babam, beni, babam, beni...
O gece bir türlü uyku tutmamıştı beni, babaannemin odasının kapısının önünde gece yarısının ardından yarım saat kadar parmak uçlarımda dolandıktan sonra içeriden gelen "Gel hadi gel" mırıldanması eşliğinde odaya sızdım. Aynı yavaşlıkta, gerçi kimse duymuyor sansam dahi babannem bile olmayan işitme yetisiyle işitmişti, yatağa kıvrıldım. "Babannecim" dedim, o zamanlar kelimelerin yarısını dilimin altında saklıyordum. "Babannecim, hani hep anlatıyordun, bazı belirtileri önceden belli olan büyük bir şey olacaktı ya". "Ne diyon Allah aşkına velet?".  Ardından dedem; "Yatmaya gel dedik çocuk gevelemeye değil, git odana zıbar hadi!" Sırtı dönük biçimde, ayağının tersiyle bacaklarımı sertçe itti. Dedem dişlerini çıkardığı zaman etrafı sular gibi tükürüklü konuşurdu. Konuştuğu zaman zaten yüzünüze tükürmesini tercih edeceğiniz kadar çirkin konuşurdu. Hararetle, ısrarlı biçimde devam ettim.
"Babannecim, neydi?"
"Kıyameti mi diyo bu?"
"Hah! Evet."
"Allah belanı vermesin!"
"Vermesin babanne."
"Söyle de bitsin hadi. N'olmuş yani?"
"Mesela ne zaman olur?"
"Tövbe tövbe, oğlum ne bileyim ben?"
"Ne ki belirtiler? Say da bakalım, başlamış mı?
"Ne bileyim, işte güneş ters taraftan doğarsa, eee işte, zina mina çok olursa..."
"Babanne! Güneş nereden doğacak? Bi'de o ne, zina mina? Alt sokaktaki Münevver Teyze ve dedem hakkında konuşurken zina dediniz ama ben minayı duymadım."
Dedem hafifçe doğrulttu başını. Babaannem sertçe öksürdü, havaya yayılan sesimi öldürdüğünü düşündü.
"Peki, dünya dönmezse?"
"Döner döner, uyu sen, o döner."
"Babamın insan gibi davranması da belirti mi babanne?"
"Değil yavrum. Uyu vallahi billahi cimciririm bi' tarafını!"
Babamın sadece ara sıra insan gibi davrandığını annesi kabul mu etmişti? Beni susturmanın birçok basit yolundan biri miydi yoksa? Yani, insanın ne mal olduğunu en iyi annesi bilirdi ne de olsa. İyi bari, cimcirmedi. Dedem horlama arasında "Sen adam olmayacaksın." dedi. Kendinden emindi. Ama kendine mi demişti, bana mı? İhtiyar damarları adam olmadığımı görebilseydi, ömrüm boyunca kendimden ilk kez utanmış olurdum. İhtiyar ve cılız damarları kendinin adam olmadığını kabul etseydi de o utanmış olacaktı. İkinci ihtimale sadık kalarak cevap verdim: "Gerçekten öyle dede."
Kendime uygun bir yeryüzü üzerinde kendime uygun bir son yazabileceğim ve haysiyetini tüm kara parçalarının hürriyetine muhtaç kaldığı halde bu zevki Allah'ına veren insanlığı benim için kıyametin tanımıydı. O yaşta, o mahallede, kepaze bir günün gecesinde hürriyetten anladığım tek şey dedemin konuşmama izin vermesi olsa da, o geceden sonra bağları, yayları kopmuş divanımdan daha çok gıcırdayan ailem, artık kıyametinin tüm alametlerini taşımaya başlayacaktı. Freni olmayan bir araba gibi, "Şoförle konuşmayınız" uyarısına uymayan bir yan koltuk müşterisi gibi ya da "Dünya ile birlikte dönüp durmayınız, kusarsınız" tembihlerime rağmen birçok yüzü arasında şekil değiştiren insanlar gibi çatırdamaya başladık. Çok iyi bildiğimiz konularda bile çamura bulandık Dünyamız dönmeyi bıraktı bu geceden itibaren. Büyük bir sağırlıkla tıkadık kulaklarımızı tüm "Dur" ihtarlarına.
Dedem bir daha uyanmadan sustum. Perde kornişlerini saydım. Geceyi kucağımda öldürdüm.  Sabah aydınlanmaya başladı, çarşaf çiçeklerini saydım. Sabah oldu.

Yorumlar

Popüler Yayınlar