EKSİK/BÖLÜM 2

"Eksik" öykü serisi bir e-dergi olan Lemur Dergisi'nde yayımlanmıştır.
Öteden beri inanırım; kelimeler, insanların üzerine yığılır, duyulması güç gerçeklerse eğer.
Yanıtı olmayan sorular sormayı ve arsız bir çocuk gibi ısrarla yanıt beklemeyi öğrendiğim ilkokul sıraları, ileriki yaşlarımın meslek hayatına hiçbir şey katmayacak olsa da, çok şey öğrenmiştim yaşamaya dair. Tükenmez kalemin demir ucuyla, okul emekçisinin dönem başı jilet gibi zımparaladığı tahta masaya kazıdığım ismim, hayatım boyunca bir tek orada önemliymişim gibi görünecekti çünkü. Cuma günleri, sondan bir önceki derste müdür yardımcısı Ömer Amcanın birbirine kavuşmakta zorlanan gömlek düğmeleri, Transilvanya Canavarı çizgi filmindeki Doktor Zitbag'a benzeyen canavar gibi suratı ve yanağıma inmek için yaratıldığına inandığım kocaman elleriyle yaptığı "Bir yaramazlık var mı?" konulu sınıf basmaları felaketlerini saymazsak tabii. İlk birkaç sefer ses etmese de kısık gözleriyle sınıf kapısının arasından her beni izlediğinde, akşamına babamı bizim evin köşesinde yakalayıp şikayet edeceğini anlıyordum artık. Her ne kadar arkadaşlarım acıyan gözlerle yüzümdeki kızarıklığı izleseler de diğer çocuklardan şanslı olduğumu o zamandan beri biliyordum. Ötekiler hayatı masabaşı işlerinde çürüttüğü dirseklerinin sızısında öğreneceklerdi on beş sene sonra. Bense bakkaldan dondurmayı sevdiğim için değil, yüzümdeki kızarıklık morluğa dönüşmesin diye alıp yüzüne basan bir çocuktum. Çünkü buydu hayat: Benzersiz sivri uçları birbirine çarpıp kılıç sesleri çıkaran baba ve oğulun dünyaya çaktırmadan fakat dünyanın tam ortasında birbiriyle verdiği savaş. Dişlerinin izini okul hayatımın her yerinde görebilirdim. Sıraya kazıdığım ismimi, kulağımda müdürün eliyle ve zımparanın içimi gıdıklayan sesiyle silmeye çalışırken hayatımından bir parçayı koparıp kanatmışı babam. O söylemiş Veysel Efendiye. "Çarşıdan al zımparayı, ver bizim oğlanın eline. Ne bok yediyse temizlemeyi öğrensin!" Temizledim. İsmim yine sadece benim için, sadece benim bildiğim ve benim gelmesini istediğim  büyük anlamlara gelecekti. "Yüce" ismini koyarken böyle bir hayata maruz kalacağımdan bi'haber olan rahmetli ve çok sevgili dedem, onun kokusu hala başucumda bekler ben uyuyana kadar. Tıpkı yaşım beş gibi, tıpkı ailem yokuş aşağı yola saçılan bir avuç bilye gibi birbirinden var gücüyle uzaklaşmamışken. İşte, temizledim sıranızı. O akşamüstü eve dönerken okulun bulunduğu caddeden alt yola sapıp dar, kendi halinde, insanların birbirinin iç sesini bile duyabileceği tenhalıkta olan mahallemize saptım. Mahalle kahvesinin müdavimi olan babama henüz görünmek istemediğim için bir üst sokaktan giderek yolumu uzatmayı düşündüm ama bu kez geçen gün topunu çaldığım Hamit denen üç insan büyüklüğündeki cüsseli çocukla karşılaşabilirdim. Bu nedenle babamın görmesini istemediğim kızarmış ve şişmiş kulaklarımı avuçiçlerime sığdırıp mahalle kahvesinin önünden koşarak geçmek zorundaydım. Yaşımın dokuz olmasına rağmen kafamın içinde hiçbir zaman denize ulaşmayan kuraklıkta yollar vardı. Üstesinden gelmek için verdiğim yoğun çabalar sonucu öne bükülmüş omuzlarım her ne kadar annem tarafından "Çeke çeke babasıgile çekti, kambur!" şeklinde yazıklansa da, sadece dik durmaya isteğim yoktu. Üstelik dolandığım üst sokakta karşılaştığım manzara o zaman için hayata küsmeme yetmişti: Size geçen bahsettiğim çöp gibi oğlan, Aylin'le birlikte seksek oynuyordu. O çöp oğlanın orada olmasına bir kez üzüldüysem, o, orada olmasa bile babamdan öğrendiğim "erkeklik gururumu" yenip mahallenin ortasında Aylin ile bu kız oyununu oynamayacağıma beş kez üzülmüşümdür. Sahi, nereden öğreniyorduk bu sınırları. Kim çizmiş bu çizgiyi? Şimdi babamı neden hayatımın kaldırım taşı olarak gördüğümü daha iyi anlıyorum.  Kısa bacaklarımı zorlamadan onu aşamadım hiçbir zaman. Aylin'e ulaşmak için aşmam gereken bir ailem, bir cılız oğlan yetmiyormuş gibi bir de şu gurur meselesi eklendi. Şimdi yaşım kırk bilmem kaçken, Aylin geçmişin kara deliğinde varlığından arınmış bir hayalet olarak gezinirken ve babam çoktan sınırlı olmayan zaman ve mekana ulaşmışken hala içimde çıkmaz sokaklara kurduğum düzeneklerle, yolun sonundaki duvarı havaya uçurup istediğimi almak için çırpınırım. Bunu yaparken istemsizce dolan gözlerimden akan yaşları eksikliğe bağlamam. Benim gözyaşlarım geçmişimin yüzüme tükürme biçimi.

Her neyse, eve geldim. Annem gözlerindeki anlam veremediğim parıltıyla yüzümdeki beş parmak kızarıklığına aldırmadan salonun ortasında ablamla birlikte bizim evde az duyulan eğlenceli müzik seslerine ritm uydurmuş oynuyordu. "Anne" seslenişim onlara ulaşmadan müzik sesi içinde boğulup can vermişti bile. "Abla bir şey oldu okulda" dedim, ablam başını sağa sola kıvırmaya o kadar dalmıştı ki sesim kulağına değmeden kaybolup gitti. Sus pus oldum. Yine aynı soru depreşti beynimde. Bu dünya, niye dönüyor? Büyük bir göçüğün altında bulduğu delikten nefes alıp kendi pisliğini yiyerek hayatta kalmaya çalışan bilmem kaç milyarın midesi hiç mi bulanmıyor bu kısır döngüden? Çalışılmış gibi birbirine uygun figürlerin güçsüz düşürdüğü annem ve ablam denk geldiği ilk koltuğa kendilerini bırakıp karşılarında gözleri soru işaretine dönmüş varlığımı görüp ne zamandan beri onları izlediğimi düşünüyordu, eminim. Bir şey sorulmasını beklemeden cevap vermem gerektiğini biliyorum. Burada böyle işler. Kendime acıdığım zamanlardan biri daha gelmişti işte: Sonunda yakaladığım bu izah edebilme fırsatı, kendimi açıklamama ve babamı hedef almalarına ortam sağlamıştı. Hatta araya Aylin'i bile sıkıştırabilirdim belki. Birkaç saniye içinde aklımdan geçirdiğim onca düşünce arasında önce kendimi acındırdım sonra babamı suçladım. Sonra affettim. Benim küskünlüğüm, onlarca değer görmeyecekti. Aynı göğün altında, aynı yerçekiminin üstündeyiz. Üstelik aynı evin içindeyiz. Öyleyse nasıl böyle zıt, birer birer kendine dönük ve birbirinden kopuk olabiliyoruz?


 Yaşama meydan okumanın en cesur hali; yaşamak, öyleyse neden? Aynı yaşama dahil değiliz. Yaşamıyoruz, sadece varız. Kendine aile yakıştırmasını yapmaya yüz bulamayan bu insan topluluğu neye meydan okuduğunu sanıyor da evin ortasında bu bayat hareketleri sergiliyordu? Ben onlarla aynı göğün altında, aynı yerin üstünde ve aynı evin içinde olmamak için sağda solda Tanrı'yı arayıp kendisinden ricacı olmak için sokak sokak gezdiğimi bilirim. Bir debirkaç soru sormak. Göğe bakıp bir selam çaktığım gecelerce düşündüm Tanrım. Neden sen oradasın da bizi toprağın altına koyuyorsun tek tek? Seni görmek için ölmemiz gerektiği aklıma bir türlü yatmıyor. Bir de unutmadan: Dünya niye dönüyor?

Yorumlar

Popüler Yayınlar