Cehennemde Cümbüş Gezileri
Bu öykü Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi'nin 125. sayısında yayımlandı.
Bu öykünün benim için bir başka önemi daha var. "Yazamıyorum," derken "neden yazamıyorum," demeye başladım. Bu öykü de elini enseme atıp, "Yazarsın, yazarsın," diyerek beni salladı. Teşekkürler öykü.
"Sen canavar kalacaksın..." falan filan...
atıp
tutmaya başladı başıma bu şirin hasırları ören şeytan.
"Ölümüne sürsün cümle iştahın, bencilliğin, cümle bağışlanmaz günahın."
tutmaya başladı başıma bu şirin hasırları ören şeytan.
"Ölümüne sürsün cümle iştahın, bencilliğin, cümle bağışlanmaz günahın."
Cehennemde Bir Mevsim, Arthur Rimbaud
Boğazımdaki
düğümü gemiciler görse utanır. Cenazeden dönüyorum. Yol, henüz dökülmüş asfalt.
Taze ölüden sıcak. Taze ölüden daha kötü kokuyor. Ölüm kadar cıvık. Kolumun
altına sıkıştırdığım görgüsüz bir baston, elimde ise naylon poşet var. Poşette
takma diş, ilaç kutuları ve diğerlerinden ağır ama alıp fırlatamadığım başka
bir şey – bir yumak kızgınlık.
Hızlı
kahkahalar sokağı alıp veriyor. Düğümün ucundan sarkan ipi çözersem ardından
dökülen tüm boncuklarda yere yığılacağım. Hızlandıkça onu orada tutabileceğimi
düşündüm. Neşeli şeyler düşündüm. Cenazeyi düşündüm. Kimi sonlar, diğerlerinin
aksine ne de cümbüşlü geliyor. Tıpkı kimi mucizelerin ötekilerin aksine hiç iyi
şeylerin başlangıcı olmadığı gibi. Cenazeye giderken ayakkabılarımı izledim.
Aracın
arkasında, boyunca hazırlanmış, hep istediği gibi karanlık, nispeten yüksek
tavanlı tahta yatağında yatarken ne kadar şanslı olduğunu karnımdaki sızıda
hissettim. Ölmeyi hak etmiyor. Ölmek armağan. Çocukken bayramda cebe
sıkıştırılan yirmi lira ölmek çoğu zaman. Şoför koltuğundaki adam görev
bilinciyle dimdik duruyor. Yanımda güçlü kalmaya çalışıyor olmalı. Oysa ben,
arkamdan gelen derin uykudaki adamın gücümü sivri tırnaklarıyla kazımaması için
zırhımı on yıllar önce kuşanmıştım.
Cenaze
sakindi. O ölü, sakinliği de hak etmiyor. Sakinlik sevinç verir böyle ölüye. Çentik
attığı her hayat tarafından bir kez tükürülmeliydi toprağına.
Sıcak
asfaltı yalayan rüzgâr yükselmeye karar verip yüzüme vurduğunda boş bulundum.
Düğümün ucunu sıkıca kavradığım elim çözüldü. Düğüm çözüldü. Kaldırımın üstüne
döküldüm. Saatlerce sisli kelimeleri dilimin ucuyla sıkıca kapattığım
dudaklarımın arasında sektirdim. Boğazımdan kurtulup gözlerime hücum eden
anılar sular halinde indi.
Benden
uzağa savrulan bastonu ve poşeti toplayıp yola koyuldum. Az önce seni
kaybettim. Bulmaya geliyordum. Sevmediğim her şeyi takip edersem sonu sana
çıkabilirdi.
* * *
“Ölü karanlıklarda sanki dolanıyorlar.
Esiyor balosuna iskeletlerin poyraz!”
Esiyor balosuna iskeletlerin poyraz!”
Arthur Rimbaud, Asılmışların Balosu
Rivayet
edilir ki dünyadan gidiş mızrak ayaklı trenlerin demir yollardan kurtulup
ovalarca, dağlarca, nehirlerce, bulutlarca süzülmesiymiş. Tasarladığım kimi
fikirlerin sonu o yollara çıkıyordu. Işıklar kırmızıyken duran çoğu arabaya ve
yayaya karşın ayaklarım sırf o yolları aramak için nemli toprakta, henüz
dökülmüş asfaltta ve diğer tüm zeminlerde mızrak izleri arıyordu. Cümle âlem
duysun diye kimi ölülerin cehennemde cümbüş gezilerine çıktığını. Mızrak izleri
küskündü, kaçmıştı. Bilekleri iğrenç, ince ve aydınlık mızrakların ağır yüklü
trenleri taşıdığı yolların nereye çıkacağı meçhuldü. Dünyadan çıkışa götüreceği
de yoktu belki. İyi fikirlere güven yoktu.
Seni
son gördüğümde burnundan sızan cılız nefes, burun kıllarını dans ettiriyordu.
Titreşen teller gibi, kendi müziklerini yapıyorlardı. Büyük davullara
vuruyorlardı. Karanlıklarda tef çalıyorlardı. Sesleri düşündüm. Senden
yükselmesi muhtemel sesleri. Düşmek üzereydim. Gözlerim burnuna takılmıştı.
Eğer beni tanırsan düşecektim. Gözlerin kapalıydı.
İskelet
olacağını düşündüm. İçlendiğin günlerdeki iskeletini, kızgın olduğun günlerdeki
iskeletini. Yüzün şekilde şekle girerken o nasıl da metanetliydi. Ben
parmaklarımı gökyüzüne yaslamış, savsaklayarak geziyorken günden güne, durduk
yere gülüyorken, kusturucu bir neşeyle yaşarken yüzünde gezen allar ve morların
aksine iskeletin tek renkti. Kemik rengi. Kıvılcım alevlenmeyi beklerken
göğsünde, kötümser fikirler, içindeki cehennem cümbüşünü çoktan başlatmışken
iskeletin sakindi. Sıcacıktı. İskelet kadar olamamıştın. Karanlıkları
dinleseydin en az onlar kadar dürüst olmaya özenirdin.
Tüm
dünya arkama düşüyordu. İlerledikçe inkâr etmeye başladım. O trenin duracağı
yoktu. Cehennemde cümbüş gezilerine çıkan bendim.
Ayakları
mızraklarla nallanmış trenlerden birini iskeletlerin kol gezdiği bir gecede gördüm.
Ardından koşmaya başladım. İstasyonlarca aradığım ize neşeli bir kaldırımda
rastladım. Geceydi. Tüm çiçekler ayaklanacak sandım. Bir ses yayılıyordu. Renkli
ezgiler duymaya başladım. İskeletler dans ediyordu. Onları görmedim. Müziği
duydum. Sırası değildi.
* * *
“Ağzında
şarap ve kan tortusu
Bakıp bakıp gülmekten çatlıyor.”
Arthur
Rimbaud, Kır Tanrısının BaşıBakıp bakıp gülmekten çatlıyor.”
İskeletler,
etlerinden sıyrılmış, özgürlerdi. Yer toprak ve ıslaktı. Bir şeye takılmıştım.
Ayağımın altında başka kemikler vardı. Bir bütün oluşturmayan eski iskeletten
parçalar. Takma dişleri düşündüm. Yerdeki mutsuz kafatasına baktım. Kafatasları
fütursuzca gülüyor gibi görünüyorlar. Belki seni de somurtkan hale getiren sadece
etlerindi. Etlerin caniydi. Sıyrılması gerekliydi kemiklerinden. Vaktinde
aklıma gelmeyen mucizevî bir fikirdi.
Takma
dişini poşetten çıkardım. Ağzının son kokusunu şişko bir nefesle ciğerlerime
gönderdim. Ekşi. Kesif bir koku. Kafatasına eğildim. Son yıllarda ağzından
çıkan tüm nefretlerin, öfkelerin ve ara sıra sıcak olmaya yakın dileklerinin
ara elemanı takma dişlerin cenazeden dönerken düştüğümde ıslak asfalta değmiş.
Dişlerin yer yer siyah. Çürümüş çocuk ya da yaşlı dişlerine benziyorlar.
Tırnağımda kazıyıp vaktiyle yeterince kirli bulduğum dişlerini günahsız bir
kafatasına daha temiz yerleştirmek istedim.
Kafatasını
ellerimin arasına aldım. Göz oyuklarını ve dimdik görünen burun boşluğunu
parmaklarımla karıştırdım. Onu aklımda etlendirmeye çalıştım. İnce dudaklar,
yüksek bir burun verdim. Gözlerini seni göremeyeceği kadar küçük yaptım. Dolgun
yanaklar, sivri bir çene ve gür kaşlar verdim. Kulak vermedim. Kulak çoğu yerde
gereksizdi. Yüktü. Seni duyar diye korktum.
Kafatası,
pişmiş kelle gibi sırıtıyordu. Ben de tüm dişlerimi göstererek ona sırıttım.
Alt ve üst dişlerimi denk getirip ağzımı olabildiğince çok açtım. Başını
hafifçe eğdi. Şefkatle baktı dişlerime. Ellerimi çenesinin altından kafasının
içine geçirdim. Ağzının içindeydim. Dişlerini araladım. Yüksek sesli bir
kahkaha attım. Ağzını kapatıp açıyordum. Kahkahayla ahenk içinde hareket eden
çene tek bir ihtimal sunuyordu. Mutlu kafatası yeni dişleri kahkahalarla
karşılıyordu. Sahte dişlerini iskeletin dişlerine yerleştirdim. Oturmadı. Eğip
bükmeye çalıştım. Ağzı artık kapanmıyordu. Eğikti. Arka dişlerinin bir kısmı
havadaydı. Ağzından kurtuldum.
* * *
“Değil mi ki onlar senli-benli-gitti derler! O dört
başı
mamur taşlar! O açmaya varmış çiçekler!
-değil mi ki bir kasvettir kalan geriye!”
Arthur Rimbaud, Tufandan Sonra
Sınırsız karanlık. Birbirine çarpan kemik seslerine
yaklaşıyorum. Seyrek ya da koşar adımlarım onlar için fark etmiyor. Ay yukarıda
bir yerlerde halime gülüyor olmalı. Yan yana dizilmiş iskeletler sağ ayaklarını
önlerinde daire çizecek gibi gezdiriyorlar. Tok bir nota kendini belli etmek
istercesine yükselip yok oluyor. Sonra sol ayaklarıyla aynı hareketi
tekrarlıyorlar. Uzakta, bir kulenin tepesinde çığlıklar içinde kargalar
duyuluyor. Rüzgâr etrafından sevmediğini birini kovalıyor gibi, savrulup
duruyor. İskeletler kemiklerinin üzerinde zıplayan yaylar gibi eğilip
yükseliyorlar. Her biri kollarını iki yana açınca kemik sesleri kendi müziğini
yapıyor.
Ağaç dalları rüzgârdan dayak yiyor. Birkaçı
kırılıyor. Daha kalın olanlar incelip kopmak istiyor. Çiçeklerin her biri
tekrar ayaklanmış. Taşlar yuvarlanıyor. Başlarını alıp gidiyorlar. Cümbüş,
cehennemde yalnız kalmak istiyor. Etli, kanlı, canlı, fötr şapkalı adamlar,
ceketlerinin cebinden gömleklerinin en üste kadar iliklenmiş düğmesine yükselen
zincirlerine işaret parmaklarını takmışlar. Tek bacaklarıyla ilerliyorlar.
Sürekli ve sadece sağ bacaklarını öne atıp diğer bacaklarını sürüklüyorlar. Kahverengi
takım elbiseleri siyah olan diğer tüm görüntüler içinde farklılaşıyor.
Dans eden kemik yığınlarını, ölüm dolu cümbüşte
geçip kargaların kavga ettiği kuleye varmak istiyorum. Kule varsa cümbüşü ve
cehennemi yüksekten kontrol eden biri var. Beni buradan çıkaracak biri.
Dansların ve mezarların arasında ilerliyorum. Mezarlar akla gelen taşlı,
topraklı olanlardan değil. Burada ölüm ayakta. Mezarlar ölülerin kendisi.
Kuleye varana dek birkaç figüre eşlik ediyorum.
Kuleye vardığımda arkasından demir adım sesleri
duyuyorum. Sessizlikten daha korkutucu olan seslerden biriyle tanıştığımı
hissediyorum. Kargalara görünmeden kulenin arkasına varıyorum. Mızrak ayaklar
treni istasyona getirmiş. Sivri bir ıslık ötüyor. Kemikten kafa trenin camından
sarkıyor. Son durak! Cehennemde Cümbüş Gezileri İstasyonu. Trende ölü kalmasın!
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSil