Hayat Ağacı Prensesi ve Şeytan İkizler

Bu öykü, CosmicZion Zine'in Baba Yaga temalı yaz sayısında yayımlanmıştır. Slav mitolojisi cadı figürü Baba Yaga için her şey çok kolay.

Şeytan ikizler Hayat Ağacı Prensesi’ne ulaşmak için yürüyorlar. Yol boyu ölüyorlar. Şanslılar ki canları kolay kolay tükenmiyor. Parlak zırhlarının ağırlığına daha fazla katlanamıyorlar. Yumuşak tabanlı ayakkabılarını da çıkarıyorlar. Ne kadar hafif o kadar hızlı. Büyülü kasketlerinden söz etmiyorum bile. Ne kadar sihirsiz o kadar olağan. Onlardan biri değilim. Onları takip ediyor da değilim. Yalnızca ışıklı bir gecede, görkemli evimin ufak balkonunda bunları uyduruyorum. Fakat ben de parlak zırhımı çıkardım. Size karşı olabildiğince açık olmak için. Büyülü kasketimi de. Yumuşak tabanlı bir ayakkabımsa hiç olmadı. Bu hikâyenin anlatıcısı ve dinleyicisiyim en az sizler kadar. Dinlerken uyuyakalanlar Baba Yaga’nın bir öğünü olur.

Efsanelerde olduğu kadar güzel bir prenses değil. Aksine, bin yıllık bir ağacın çürümüş gövdesinden ibaret bedeni kokuyor. Saçları kurumuş ve sararmış yapraklardan oluşuyor. Omuzları zamanın ağırlığıyla eğilmiş. Hepimiz gibi. Yaramaz çocukların üzerine oturup kırdıkları dallara benziyor. Sanırım bu yüzden de bağımlı. Yaşamaya. Başka türlüsünü bilmeyen çaresiz müptelalara hep acırım. Kalede yaşamıyor. The Fountain’deki gibi yıldızlardan birinde de sayılmaz. Hoş, yerini bilsem zaten böyle bir hikâye olmaz. Elimdeki tek bilgi, onun lanetlenmiş olduğu. Cadıların dünyasının en çalışkan, en kötücül cadısıyken ayağını kaydırdılar. Başlarını Baba Yaga çekiyordu. Hayat Ağacı Prensesi, cadılar dünyasındaki adıyla Kavesis, cadıların kötülüklerinin çocuklara bulaştırılmaması dair özel bir yasayla yasak getirilmesi için var gücüyle çalışıyordu. Engel oldular. Yutkunmasına bile izin vermeden büyülerini sınadılar. Tariflerindeki malzemeleri silip yerine saçma sapan bir şey yazıp üst düzey cadılardan ikaz almasına sebep oldular. Onu birkaç defa açık açık uyardılar. Sonunda, bir sonraki hatanda her neredeysen adım attığın son noktada kök salarsın, dedi üst düzey cadılar. Son tuzak bu ikazdan sonra kuruldu. Uzun bir gezintiye çıkıp kafasını boşaltmak istediği bir gün kuralları çiğneyerek  mahzenden birkaç şişe şarap çalarak yasaklı büyüden yapmış süsü verip onu şikayet ettiler. Epey uzaklaşmıştı. Nereye geldiğini kendi bile bilmiyordu. Başkalarının içinde size dair tüm saygı ve güvenin sonsuza kadar derin dondurucuya atıldığını fark ederseniz elinizden hiçbir şey gelmez. Onun için de durum böyleydi. Ellerini arkasında bağlamış, ufak fakat zekâ vadeden başını sağ omzuna doğru bükerek yürürken olduğu yerde ağaca döndü. Kaç milenyum geçti. Hayat Ağacı Prensesi hiç meyve vermedi.

Şeytan ikizler, cadıların dünyasından geliyor. Onları anlamak için ayak işlerine bakan tehlikeli ufaklıklar düşünebilirsiniz. Doğanın şartlarında hayatta kalmak için kendi yöntemlerini bularak kötüleşenlerden. Aslında içi temiz olan ama kötülere ayak uyduranlardan. Binlerce kalpleri var. Bugüne dek yüzlerce kez öldüler. Ölmeye devam ediyorlar. Şahidin gözleri hep onların üzerlerinde geziniyor. Yani... Cadılar dünyasından üstlerine eğilen bir çift büyük gözden söz ediliyorum. Bir gün cadıların kötü işlerine alet olmak yerine başka görev almak istediklerini söylediklerinde sürgün edildiler. Bir görev verildi. Uzun, çok uzun zaman önce ceza alan ama artık dönebilecek eski bir cadının izini süreceklerdi. Onu bulup geri dönmeye ikna ederlerse onlar da evlerine gelebilirlerdi. Eski cadıyı nerede bulacaklarına dair verilen tek ipucu ise ‘çürük kokusu’ oldu. Sürgün edenlerden biri, “Yanmış karpuz ya da ne bileyim çürümüş canlı kokusu alırsanız takip edin. Başka bir gezegenden buraya dek gelebilecek tek koku ona aittir.” demişti. Ah ne kibar! Bu devirde kim kime böyle bir ipucu verir? İkizlerden daha saf olanı, “Henüz çok gencim,” diye sızlanıyor. Diğeri, “Yüz seksen üç yaşındasın,” diyor, “yüz sekseninde gidene göre epey yaşadın sayılır.” On adımda bir aynı cümleler tekrarlanıyor.

Cennet vaat edilen diyarda baş kaldırmanın kimi sonuçları olacaktı. Sürgün edilirken sesleri ayyuka çıkana dek kötülüklere aracı olmak istediklerini bağırıyorlardı. Nafile. Geri dönmek istiyorlar. Belki. Tek şart var. Hayat Ağacı Prensesi’ni cadılar dünyasına döndürmek. Fakat sürgün edilirken bu şartı koşanlar, yeryüzlerinde kimsenin bu işi beceremeyeceğinden eminlerdi. Şeytan ikizler tek bedende birleşseler dahi onu bulabileceklerine, üstüne üstlük bir de döndürebileceklerine inanmıyorlardı. Hayat Ağacı Prensesi, idam edilmekle bitkisel hayatta bekletilmek arasında bırakılan biri gibi sonunun onu bulabilecek kişilerden mi yoksa olduğu yerde dikilmekten mi geleceğini düşünüyordu. Bulunduğu dünyada adına insan denen canlılar ondan birkaç mobilya, kötücül bilgilerle dolu sayfalar ve artan ahşapla da rahat yataklar için iskelet yapabilirlerdi. Paramparça biçimde yaşayacaktı. Aldığı her nefes beş yer dolaşarak altıncı yerdeki parçasına ulaşacaktı. Kimsenin eline geçmese bile ağaçkakanın ya da tahta kurusunun kemirme hızında talaş yığını hâline gelene dek ufalanacaktı. Tek istediği üçüncü bir ihtimal. Bunun için şarkılar mırıldanıyor. Kalelerde yaşayan prenseslere övgüler yağdırıyor. Madem parçalanacak, bir kitap olmak, sayfalara bölünmek istiyor.

Şeytan ikizler başka bir diyardan, yalnızca onların görebilecekleri bir yoldan, dünyanın soğuk coğrafyalarından birine gelmeye çalışıyorlar. Yalnızca burunları yardımıyla. Yola çıkmalarından bu yana koku alma yetileri acayip gelişti. Aynı anda duydukları on kokudan en cılızı çürük kokusu olsa dahi yolu takip etmeyi öğrendiler. Kimi zaman biri diğerini sırtına alıyor, birkaç saat olsun dinlenmesine izin veriyor. Akçaağaç kokuları geldiğinde ancak hayat ağacının bu kadar güzel kokabileceğine inanıp ayılıyor. Birisinin ona hayat ağacının altı yüz sene önce küflenmeye başladığını anlatması gerekiyor. Tıpkı dediğim gibi oluyor ve diğeri, “Akçaağaç çürük kokmaz. Biz kokuşmuş, üstü at sineği kaplı bir ucube arıyoruz,” diyor, sonra eski bir cadı hakkında böyle konuştuğu için utanıyor. Üstelik ikisi de içten içe ona saygı besliyor. Cadılar dünyasından sürgün edilmek için çok doğru bir şey yapmış olması gerekir diye düşünüyorlar. Yolun nerede biteceğini bilmeden yola koyulanlar için kokular önem arz ediyor. Kötü kokular geldiğinde yanlış yolda oldukları yanılgısına düşüyorlar. Bir yola giren herkes, varacağı yeri asma bahçeymiş gibi hayal ediyor. Her seferinde devreye öteki giriyor.
Şeytan ikizler gökyüzünden başkalarının dünyasının yeryüzüne indiklerini fark ettiklerinde yol üstü bir yerde manzaraya karşı mola veriyorlar. Çok zamanları olmadığını bile bile soluklanmak için zaman ayırsalar hiçbir cadının bunu onlara çok görmeyeceğini düşünüyorlar. Şahidin gözleri, yeniden ayağa kalkmalarına dek sürecek bir acı veriyor. Yüreklerine kirpiler dolduruyor. Karnın gıdıklanması gibi iflah olmaz durumlardan biri. Fakat aksine derin bir sızı veriyor. Şeytan ikizlerden biri aldığı nefesin aşağı inmediğini fark ediyor. Soluğu bir kirpiyle tıkanmış. Diğeri ona yardım etmek için davrandığında farklı bir şey olmuyor. Ellerini boğazlarına sarıyorlar. Dışarıdan kirpiyi öldürebilecekmiş gibi kendilerine saldırıyorlar. Boğuşurken biri ayağa kalkıyor ve bir anda geçiyor. Diğerinin elleri hâlâ kendi boynunda, kendini boğazlıyor. Diğeri kolundan tutarak çekiyor, zorla ayağa kaldırıyor ve onunki de bir anda geçiyor. Boğulmaktan kurtulup bu kez öksürüğe boğuluyorlar. Ciğerleri kendine gelmek için maçı durduruyor. Bir süre elleri boğazlarında, yarı eğik derin nefesler alıyorlar. Zırhları ve kasketleri olsa daha iyi savaşacaklarını düşünüyorlar. Kirpiler arkalarına bakmadan kaçıyor.

Nihayet rutin kalp atışları ve ciğer şişmeleri yerlerini alıyor. İkisi de oturmuyor. Birkaç dakika içinde yüzer defa öldüklerine eminler. Bin insan ömrü kadar canları kaldığına da. Aşağı inmeye devam ediyorlar. Sonsuz mavilik içinden artık çok uzak görünmeyen kara parçasına iniyorlar. Gördükleri manzaranın bütününü birbirlerine anlatırken, “Sanki devasa bir toprağa bir devin ayağı basmış ve parçalamış,” diyorlar. Biraz sonra aşağısı hayal güçlerini tetiklemiş olacak ki, “Her biri bulutlardan sarkıtılan iplerle hareket ettirilen kuklalar olmalılar,” diyorlar kıtalar için. Bütün gevezeliklerinin ardından hayat ağacının olduğu kıtaya gidiyorlar. Yoğun koku oradan tütüyor. Tüm kıtalar içinde kuzeydoğuda kalan topraklara iniyorlar. Kıtalar için birkaç gereksiz ve edebi benzetme yapıyorken yolculuğun son saatleri hızla geçiyor.

Tekinsiz, bomboş ve karanlık, uçsuz bir araziye iniyorlar. İkizlerden biri, diğerine çocukken dinlediği masallardan bildiği kadarıyla buranın adına dünya denen bir masal diyarı olduğunu, içinde de insan denen küçük şeylerin yaşadığını anlatıyor. Öteki masallara inanmayan bir şeytan. Çocukken de babası uyurken şarap şişesini aşırıp o uyanana kadar güzel hatları olan genç cadılar içinde kafayı çekip keyif yapmakla meşguldü zaten. Masallara hiç inanmadığı için, “Zırvalarla ilgilenmiyorum,” diyor, “o kadar biliyorsan insan denen şeylerin ışıkları neden kapattığını söyle.” Herhangi bir kalbin buna kırılmaması mümkün değil. Nitekim böyle oluyor.

“Böyle bir zırvayla kıymetli ve kısıtlı zamanını alacağıma ayağıma diken batmaması için uğraşırım,” diyor masallara inanan şeytan. Az evvel ikiz şeytan böyle davranmasaydı ona insanların, hayvanların, bitkilerin ve taşların günün bir kısmında tüm ışıkları kapatıp dinlendiğini anlatırdı. Bu bilgi onların da dokuz saatlik sağlıklı bir uyku uyumasına ortam sağlardı. Fakat böyle olmadı ve şeytan ikizler önlerini göremedikleri belirsizlik içinde yaşamlarının devamını arayacaklardı.   

Çürük kokusu burunlarının yere düşmesine neden olacak kadar artmıştı. İnce, keskin ve çirkinliğine rağmen şehvet uyandırıcı bir kokuydu. “Cadının eski güzelliğinden kaynaklı olacak,” diye düşündüler. Onu hiç görmediler. Ama onu hayat ağacına çevirdilerse yaşamayı seven birinin nefes alırken ki mutluluğu kadar güzel olması gerekirdi. Aksine, hayatını sevmeyen birinin hisleri kadar çirkin, diyenleriniz çıkacaktık. Eski cadı, çok kötü bir hayatın ölmeden önce güzelleşmesi ümidi kadar da iç açıcı olmalıydı. Onu görmeyi sabırsızlıkla bekliyorlar.

Huyunu suyunu bilmedikleri canlıların sahip olduğu topraklarda etrafta hiç ışık yokken adım atmak epey zor. Birkaç dakikada bir aynı kavgayı veriyorlar. Durup beklemek ve devam edip onu bulmak arasında karar veremiyorlar. Sesleri kimi zaman yükseliyor. Böyle anlarda diğeri kendini kaptırıp bağıranın ağzına tükürüyor. Böylelikle kesinlikle susmak zorunda kalıyor.

Böyle geçen saatler boyu koku giderek artıyor. Bedenlerinin her yanı sızlamaya başlıyor. Bu koku iğneleyici, kendine getirici keskin naneli şekerlerin boğazı yakması gibi kendilerinden geçiriyor. Sızım sızım sızlarken gözlerini acı-ekşi karışık kokudan açamaz hale geliyorlar. Elleriyle gözlerini ovalayarak yürürlerken bir anda ikisinin de ayağı takılıyor. Git gide karanlık çöküyor. Zifiri karanlıkta kendilerini yerde buluyorlar. Kalkmak için yerden güç alacaklarında ellerini bastırdıkları yerde tümsekler fark ediyorlar. Damarlı, tozlu ve yapış yapış yükseltiler. Ellerini kaldırdıklarında salya gibi uzuyor. Zor kopuyor. Bir ellerini çekerken öteki ellerinden destek almak zorunda kalıyorlar. Bu kez diğer elleri yere yapışıyor. Doğrulmayı başardıklarında başlarını çarpıyorlar. Biri diğerine yana kaymasını söylüyor. Gözleri karanlığa alışmaya başladığında daha iyi görür oluyorlar.

Yana kaydığında daha saf olan şeytan yeniden yükseltiye takılıyor. Bu kez yüzü çamur gibi olan kısma denk geliyor. Ağlamaklı ses tonuyla, “Eve dönmek isteyen kim? Sürgün iyidir,” diyor. Öteki şeytan yüzünü kollarına silip temizliyor. Gözlerini daha büyük açabiliyor. Şimdi üçüncü bir ses ödlerini koparıyor:

“Sürgün her zaman en kötü fikirdir, hele ki ailen orada kaldıysa.”

Gerisin geri kaçışıyorlar. Üçüncü ses heyecanla lafa yeniden giriyor, “Durun durun,” diyor, “çürümüş köklerime basıyorsunuz!” Bunu söylerken gülümsüyor. Şeytan ikizlerin nereden, ne için geldiklerini biliyor. Şeytan ikizler doğru duyup duymadıklarını anlamak için birbirinin yüzüne bakıyor. Sonunda! Bu Hayat Ağacı Prensesi! Fakat bedeni sahiden feci derecede berbat kokuyor. Gözlerini ona sıkı sıkı bakmak için kaldırdıklarında bitmek tükenmek bilmeyen kupkuru bir ağaç görüyorlar. Metreleri bulan eni ve boyu karşısında küçücük kalıyorlar. Hayat ağacı, gölgesinin uzunluğundan bile daha uzak mesafelere dek kök salmış. Diğer ağaçların aksine dallarından sarkan köklerle de toprağa bağlı. Onu cezalandıranlar kudretinden çekinecek olmuşlardı ki, kıpırdayamaması için durumu biraz abartmışlardı. Yani, şeytan ikizler böyle düşündü. Karşılarında duran eski bir cadı mı? Cadıya bu ceza verildiyse görevi başaramadıklarında ayakçılara ne tip bir ceza vereceklerini düşünüyorlar. Hızlı olmalılar.

“Sen, yani siz...” diye kekeleyerek söze girmeye çalışıyor biri. Ellerini göğsüne silip ona yaklaşıyor, “Tam olarak... duyamadım belki de,” Diğer şeytanın ağzı yarım açık, başı hafif yana eğik şekilde çok yukarılara bakıyor. Hayat Ağacı Prensesi, “Tırmanın,” diye fısıldıyor. Sesi tılsımlı. Rüzgarın kulağınıza mırıldandığı bir ninniyle hamakta sallanıyormuşsunuz gibi bir ses. Hiç eskimemiş. Çatallanmamış. Kokusuna göre epey cazip. Şeytan ikizler onun gövdesinden çekiniyor. Çürümüş köklerle ayakta kalan bir gövdeye nasıl tırmanacaklarını bilmiyorlar. Bir dal, aralarında en sağlam kalmış dal, eğiliyor. Onları kucaklayıp yukarı taşıyor. Şeytan ikizler bir çift güzel göz ya da tılsımlı sesin sahibi dudakları arıyor. Hiçbir şeye rastlamıyorlar. Ağaç konuşmaya devam ediyor.

“Gövdem köklerim kadar çürük değil. İnceden inceye çürüyorum.” diyor. İkizlerden çıt çıkmıyor. Bir dalın üzerinde yan yana oturmuş hayat ağacının herhangi bir yerine bakıp dinliyorlar. Eski cadı devam ediyor.

“Sizi evinize kavuşturmak isterim. Cesaretle uçup topraklarımıza telaşla inmeyi, her şeyi yüzyıllar önceki hâlinde görmeyi de. Fakat hiç olmadığım kadar hâlsizim.”

Bunları söylerken bazı kelimeleri unuttuğu anlaşılıyor. Kelimeler arasında uzun esler verip düşünüyor. Sesindeki tılsımın asırlar boyu konuşmamasından kaynaklandığını anlıyor ikizler. Söze girecek gibi oluyorlar. Sonsuza kadar bu sesi dinleyebileceklerini fark edip vazgeçiyorlar.

“Kim olduğunuzu, neden geldiğinizi biliyorum. Ama gelemem. Burada çürürken daha mutluyum.”

Şeytan ikizler mest olmuş dinliyorlar. Ses gittikçe yaşlanıyor. Hayat Ağacı Prensesi’nin onlarla gelmeyeceği fikri dahi onları harekete geçirmiyor. Giderek alçaldıklarını fark ediyorlar. Hayat Ağacı Prensesi, ağaca çevrilişinden bugüne dek ilk defa konuşuyor. Son sözlerini söylerken bedeni küçülüyor. Eski cadı, bir ağaç olarak ölüyor.

“Herhangi bir normal cadı, ağaca çevrildiğinde yavrarırdı. Ağlar ve önündeki tüm asırlar boyu kötülük saçacağına yemin ederdi. Kimseye acımaz, tırnaklarını uzatır, kapkara boyalar sürünüp arada sırada başka dünyalara musallat olurdu. Bunu seçmek isteseydim sesimi oraya dek duyurabilirdim, emin olun. Ben burada çürümeyi tercih ettim. Belki bir gün beni bulmaları için sizin gibi iki ufaklık gönderirler ve ben onları dönmemeleri için tembihlerim diye.”

Şeytan ikizlerin ayakları yere değiyor. Hayat Ağacı Prensesi’nin sesi gittikçe daha uzaktan gelmeye başlıyor. Ve sesi artık, takma dişlerini ağzında zor tutan birinin konuşmalarını andırıyor.

“Sizinle gurur duyuyorum. Benimle geri dönemediğinizde onlara yalvarmayı tercih etseniz de böyle olacak. Ama iki ağaç olup etrafı olanca yükseklikte izleyip birkaç asırda bir mutlu olmanın daha iyi olduğunu bilin.”

Şeytan ikizler ayağa kalktıklarında etrafı simsiyah bir toz bulutu kaplıyor. Hayat Ağacı Prensesi’nin eriyik bedeni tuzla buz olmuş havada uçuşuyor. Şeytan ikizler sessiz bir anlaşmayla eski cadının az evvel dikili olduğu yere geçip el ele tutuşuyorlar. Gözlerini kapatıp tekrar açtıklarında gövdeleri yapışık büyümüş iki ağaç olarak büyüyor. En tepelerinden tüm kıtayı rahatlıkla izleyebileceğimiz kadar. Cadılar diyarındaki bir başka sürgüne kadar meyve verebilmeyi umuyorlar.

Yorumlar

Popüler Yayınlar