Kanlı Katedral Sabahı

Bu öykü Karatina Fanzin'de yayınlanmıştır.
Dev, düşmüş omuzlarını kaldırmaya mecal bulamasa da son saatlerini metanetini olabildiğince koruyarak geçirmeye çalışıyordu. Hayatın film şeridi gibi gözlerin önünden geçme saçmalığına ömrü boyunca inanmamış olduğuna pişmandı. “Böyle bir şeyin gerçek olacağına biraz bile ihtimal vermiş olsam son günümde görmek istemeyeceğim şeyleri yapmazdım,” diyordu. Tesellisi, bu şeridin yalnızca kendi gözlerinden geçiyor olmasıydı. Başkaları da görseydi belki utanırdı. “Bir ölünün hakkında en çok ne kadar kötü düşünebilirler?” diye sorardı kendine.
İki gündür deri yüzücü tayfayla yolda olmanın verdiği can sıkıntısı devin sert soluk alış verişlerinden belli oluyordu. Onlarca kilometre geride bıraktıkları küçük ve ıssız şehirde son işlerini gördükten sonra kulaklarına gelen bir bilgiye göre kurbanları ayaklanmış, dört bir yanda devi ve yardımcılarını arıyorlardı. Kılıç ve kalkanlarını kuşanmışlardı. İçlerinden yüzlercesi vahşi bir gecede ölümün kokusunu duymak için yemin etmişlerdi. Şehri ivedilikle terk ettiler.
Düşüncelerinin derinliği adımlarını da yavaşlattı. Başını kaldırdığında devasa bir yapıyla karşılaştı. Yani... Bir bütün olsaydı, böyle söylenebilirdi. Günün bu saatlerinde etrafı aydınlatma işi yaşlı sokak lambalarına kalıyordu. Öyle zorlanıyorlardı ki, iniltileri işitiliyordu. Şans gülümserse bir araba geçerdi ve farıyla birkaç saniyelik seyri başlatırdı. Vahim tablo böylelikle görülürdü. Yapının bir tarafı neredeyse tamamen yıkıktı. Kim bilir kaç asırlık, diye geçirdi içinden. Dev, ilk bakışta büyüleyici, terk edilmiş, unutulmuş bir katedralin önünde, şapelin ise biraz solunda olduğunu fark etmedi.
Katedralin içi hiç bu kadar tehlikeli ve dolu olmamıştı. Yaklaşık üç yüz yıldır. Deri yüzücüler kalabalık bir ekip değillerdi. Dev, kırmızı kuyruklu şahin ve bir iskelet yarım asırdır kulaktan kulağa yayılan dehşetin müsebbibiydiler. Şahin, yara bere içinde kalmış devin terlemiş parmaklarından sıyrılıp havalanırken çığlık çığlığaydı. Dev, başını eğmesine gerek kalmayacağı yükseklikteki ilk kapıdan geçtiğine inanamıyordu. Yırtıcı kuşun uçmasıyla gözlerini kapı çerçevesinin tavanından alıp içine girdikleri harabeye dikti. Çok geçmeden, ya mimarisinden ya da içerinin genişliğinden nereye geldiklerini anladı. Bir çeşit dini yer, diye geçirdi içinden daha evvel bu gibi yerlere yolu düşmeyen dev. Şahinin metrelerce yükselse dahi hiçbir engele çarpmadığı terk edilmiş katedralin duvarlarında yorulunca konabileceği onlarca direk vardı. Zincirler ve kalın ipler bir duvardan diğerine gerilmiş, asılı duruyorlardı. Dev, kırmızı kuyruklu şahinin yenilgiden sıkılmış olduğunu anladı. Alnına düşüp oradan gözlerine hücum eden saçlarının izin verdiği ölçüde ardından baktı.
Dudağın bir yanı aşağı kıvrılmıştı. Belli ki içinden sızlandı.
Çizmesinin sivri topuğu katedralin sonsuz boşluğunda yankılar uyandırıyordu. Kaç asırlık uykudan uyanmıştı kim bilir. Gece üstüne öyle bir çökmüştü ki, dünyaya onun varlığını yeniden unutturmak istiyor gibiydi. Yarısı yıkılmış duvarlardan bir kez dışarıya bakan bir daha güneşin doğmayacağına ant içerdi. Esrarengiz ve ürkek katedralin dışında, yerden yükselen direkler uçlarındaki geniş başlı lambalardan püskürttükleri keskin bir sarıyla etrafa hücum ediyorlardı. Uzun yalnızlıkla hırçınlaşmış ışığın katedralin geniş pencerelerinden içeri sızmak için bolca alanı vardı. Ayak sesleriyle yükselen heyecan, tozlanmış lambalardaki yerini ne yapacağını bilmezleştiren eski bir tanıdığa bırakmıştı: Endişe. Işık şimdi başka türlü parlıyordu. Elinde avucunda ne varsa verip ayak seslerinin, kanat çırpışlarının sahiplerini aydınlatmak istiyordu. Ne cam ne çerçeve, ışığın tek damlasına bile karşı koyabilmek için orada değillerdi.
Dev, sarı ışıkla aydınlanan bedeninin aksini, yerdeki büyük bir cam parçasında gördü. İlkin yüzü buruştu. Ucubeliğine onun bile tahammülü yoktu. Ufak cam parçasına sığan yansıması vücudunun küçücük kısmıydı. Şanssızlık eseri omuzlarından yukarısı denk gelmişti. Kan kırmızısı fuları boynunun tamamını kaplayıp omuzlarına inecek kadar genişti. Birkaç gün evvel geçtikleri nehrin öte ucunda bulunan adada derisini yüzdüğü bir beyazdan yapılmaydı. İnceltilmiş ve işlenmiş deriye kalıcı renk vermek zor olmuştu. Bu nedenle dev için çok değerliydi. Gövde derisini bütün hâlinde yüzmek, neredeyse soyacak ile bir elmayı soyarken kabuğunun hiç bölünmemesi için çabalamak kadar meşakkatliydi. Kaşları, saçları arasından göründüğü kadarıyla, şakaklarına siyah şerit çekecek kadar uzun ve sıktı. Yüzü tedbirli görünüyordu. İfadesi hem kıyameti bekliyor hem de son derece güvende gibiydi. Avuçlarını göğe doğru açıp içlerine büyükçe tükürdü. İki elini birbirine sürtüp tamamını ıslattı. Başını hafifçe öne eğip gözlerine perde gibi inen saçlarını elleriyle tepesine yapıştırdı. Parmaklarında kalan ıslaklıkla düşen kaşlarını kaldırdı, sertçe bastırarak alnında sabitleştirdi.
“Yirmi dört saat idare etse yeter,” dedi, “sonrası hiçlikte pineklemece!”
Yansımasına sahip cam parçasına tekmeyi bastı. Havalanan toz ağzına, burun deliklerine ve gözlerine girdi. Elleriyle yüzünü çırparken aklından geçen çağlayan şelaleden başka bir şey değildi. O kadar zamanı olmadığını biliyordu.
Yirmi adım arkasında kalan iri kapıdan sözlerine karşılık vermek isteyen bir gölge içeri süzüldü. Birkaç saniye sonra gölgenin sahibi de ardından girdi. Solunda kalan duvar yıkıntıları sayesinde kemiklerinde hissettiği ışık, tersine doğru çizgi gibi bir gölge düşürüyordu. Titremek, onun vücudunun hareketlerinin yanında masumane bir kıpırtı kalırdı. Zangırdıyordu. Sadece gölgesine bakan biri, onun görüp görebileceği en sıska insan olduğuna kanaat getirip yazıklardı. Neyse ki, bizzat kendisini gören, bir iskeletin gölgesinin bundan başka hiçbir şeye benzeyemeyeceğini tahmin edebilirdi.
Gölge, yarım asır önce dev tarafından derisi yüzülen melezden başkasına ait değildi. “Pineklemece, patron!” diye yineledi sahibinin sözlerini. Devin iskelet istilasıyla öldürülüp iki seksen yatmayı imâ ettiğini anlamaması artık önemli gelmiyordu. Kemikten vücudu, ne yaparsa yapsın son derece zarif hareketlerle süzülüyormuş gibi görünüyordu. Devin elleri tarafından derisi yüzülürken, “Bu marifetli parmaklara şükürler olsun,” diye mırıldanıyordu. Dev ve şahin şaşkınlık içinde işlerine devam ediyorlardı. Gaganın ucunda asılı yüzülmüş derisine bakan melez mutluluk sarhoşuydu.
Hayatını pespaye bir giysi gibi üzerinden çıkarılırken görmek onu mest ediyordu.
Dev, melezin etlerini şahine yedirirken gözlerini oymamasını, kulaklarını sağlam bırakmasını özellikle rica etti. “İskeleti hep bizimle gezecek,” dedi. Melez, çektiği onca şeyden sonra böyle bir iyilikle mükafatlandıran tanrısını ilk gördüğü yerde göz yaşlarına boğulacaktı.
Gecenin siyahlığından katedralin tekinsizliğine süzülen beyaz çizgiler dizisi iskelet, şahin ve devin sadık iz sürücüsüydü. Dev, boynunu kırk beş derece döndürerek iskeletin adımlarını saydı.
“On iki, on bir, on, dokuz... Nereden olursa olsun, bana gelmen hep yirmi adım sürüyormuş gibi. İki, bir...”
Devin keyfi yerindeydi. Büyük bir vurgundan dönüyorlardı. Belki milyon sefer aynı şeyleri yapmışlardı ama her yakalanmamaları ruhuna yeniden şenlik havası katıyordu. Üstelik bu kez  firari sayılırlardı. Göz ucuyla iskeleti süzdü.
 “Bir deri bir kemik kalmışsın, bile diyemem sana,” dedi ve kahkahayı bastı. Ateşli bir korkutuculuk yayıldı ağzından. Defalarca tekrarlandı, tekrarlandı, tekrarlandı... Bir yerde durdu. Şu yankılanma işi amacını aşıyordu.
İskelet, “Bizi burada kimse bulamaz,” dedi, korunaklı, sıcak yuvasının kapısını aralamış kadar huzurluydu sesi. Peşlerindeki belayı en püsküllüsünden sanıyorlardı.
Katedralin yolunu haritayla ya da ıslak parmaklarını diktikleri havadan anladıkları rüzgâr yönüyle bulmuş değillerdi. Zaten hiçbir harita veya rüzgâr, unutulmuş, yıkık katedralin yolunu hatırlamıyordu. Dev, sürdürdüğü baba mesleğinin dozunu arttırmış, toplu deri yüzme ritüelleri, organize işler, tarikat yöneticiliği gibi şeylerin peşindeydi. Aile kökeni, güzel derili, kötü kaderli insanları seçip derilerini yüzmekle geçiniyordu. Hem onları bozuk bir yaşamdan kurtarıyorlar hem de derilerinin böyle hayatlarla boşa harcanmasına engel oluyorlardı. Şahin, böyle anlardan birine görgü tanığı olduğu için sus payı olarak derisi yüzülen herkesin etini yiyor, hep devle geziyordu. Melezin bu işe nasıl girdiğini söylemiştik. Üçü, yollarını kaybedip katedrale gelmeden önce ülkelerinin başbakanlarını küçük bir şehirde kıstırıp derisini yüzdü. Diplomasi rayından çıkınca onun ölmek için yalvardığını duymayan kalmamıştı. Fakat derisi öyle kusursuzdu ki, toprağa giremeyecek yahut yakılamayacak kadar nadideydi. İncecik, bembeyaz bir porselen gibi. Yalnız yakalayıp yılların verdiği el çabukluğu ve marifetle bir çırpıda yüzüverdiler. Şahin karnını doyurduktan sonra korumaları, asistanları ya da ailesinden biri onu, yani taze kan kokan iskeletini, bulmadan kaçtılar. Sonları gelse gelse bu ölümün izinin sürülmesi yüzünden gelir sanıyorlardı. Kurbanları hafife alıyorlardı.
Ahmakça.
İskelet elini sahibinin omzuna attı. Lüzumsuz samimiyet devde diş kamaşması yapıyordu. Ağzını iki yana gererek boyun kemiklerini belirginleştirdi. İskelet onun yüzünü görme şansına sahip olsa hemen elini çekip kendini kurtarırdı. Devin çekik gözlerindeki seğirme belli olmuyordu. İskeletin elini tek hamlede yakaladı. Parmaklarının ucundan tutup hızla önüne doğru çekti. İskelet şimdi devin sırtında tek koluyla asılı duruyordu. Şahin, aşağıdan gelen seslerin nedenini anlamak için baş aşağı uçuşla tepelerine dek saniyeler içinde indi. Dev, iskeletin parmaklarını dişleri arasında geveliyordu. İskeletin sade kemikten oluşan yüzünde acı ve haz birlikte kavruluyordu. Şahin, devin boynuna bir defa dolanmış olan kırmızı fuların ucunu gagasının kıvrımıyla yakaladı. Ani yükselişe geçince fular devin boğazını sıktı. Kırmızı kuyruklu şahin her durumda iskeletin tarafını tutuyordu.
Dev, boğulurcasına öksürerek iskeletin parmaklarını ağzından çıkardı. Az sonra ayakları yerden kesilecek kadar güçlü biçimde yukarı çekildi. Öksürüklerle es vererek, “Bu kuşta deli kuvveti var,” dedi. Nasıl daha önce gelmedi aklına! Fuları çözüp şahinin cezalandırmasından kurtuldu. Ya da öyle sanıyordu. Şahin büyük bir bozgunun peşindeydi. Devin kafasına konup dakikada yüzlerce kez kanat çırptı. Geniş pençeleriyle saçlarından tutarak havalanıyordu. Bunu her tekrarlayışında pençeleri arasında binlerce saç teli kalıyordu. “Pes! Pes!” diye bağırdı dev. Yıkık katedralin her metrekaresi asırlardır bu yalvarışı beklemiş gibi hemen kucakladı yankıları. Devin sesi metrelerce yukarıdaki turkuaz kubbenin en uç noktasına değene dek yinelendi. Şahin ancak sakinleşti. İskelet dişlerini titreterek diğer avucunda sakladığı kemirilmiş parmaklarının yasını tutuyordu. Öylece uyuyakaldılar.
Üç deri yüzücü derin uykuların gebe olduğu rüyalara doğru yol alırken katedralin yeni misafirleri geldi. Düzenli ayak sesleriyle geniş kapıdan ikişer ikişer içeri girdiler. İyi eğitilmiş bir Alman ordusu gibiydiler. Ciddiyet, disiplin ve intizam içinde kalkanlarını göğüs kemikleri hizasında sabitlemişlerdi. Bileklerinin inceliğinde durabilecek postal bulamadıkları için çıplak ayak kemikleriyle yola çıkmışlardı. Kılıçları keskin ve iyi bileylenmişti. Kalkanlarının önünde tutuyorlardı. Hepsi birbirinin tıpatıp aynısıydı. İntikam nasıl yenen bir yemekti, bilmiyorlardı ama bu ordunun almaya niyetlendiği bir öç olduğu aşikârdı. Hummalı bir çalışma başladı. Katedral ilk günkü gibi güzelliği ve gösterişiyle göz alan hâline getiriliyordu. Neredeyse çıt çıkarılmadan. Yalnızca ilahiler vardı. Deri yüzücülerin uykusu, mırıldanan huzur verici ilahilerle gittikçe derinleşiyordu. Masal gibi geliyor olmalıydı.
Katedralin keyfi yerine gelmişti. Yaklaşık üç yüz yıl sonra.
***
Uyandıklarında deri yüzücüler geniş bir tahta parçasının üzerindeydiler. Gün ışımıştı. Güneş tüm gücüyle katedralin sütunlarına hücum ediyordu. Kan ter içinde uyanan şahin, iskeletin devin üstünde uyuduğunu görünce kanadının ardına sakladığı gagasını kapalı tutmaya çalışarak kıkırdadı. Gözlerini kıstığı için gülüşünü fark etmemek imkânsızdı. Yalnız, eksik bir şeyler olduğunu seziyordu. Sanki kanatlarından biri... Hay aksi! Şahinin kanatlarından biri kökünden kesilmişti. Vahşet gibi görünüyordu. Epey tiz bir çığlık bastı. Katedral son kez acı içince yankılandı. Şans bu ya, şu an bulunduğu yükselikte uyanık olan sadece kendisi vardı.
İskelet çığlığa değil, sarsıntılara uyandı. Kemikleri birbirine çarptıkça eklem yerleri sızlıyordu. Sebebinin üç yerden kırılmış uzuvları olduğunu az sonra fark edecekti. Gerinip doğrulacakken bir bacağını boşluğa attı. Ödü koptu. Diz kapağından aşağısı yoktu. Etrafına şöyle bir baktı. Korkuyla ayılmaya çalışıyordu.
“Rüya mı? Yoksa kâbus mu?” diye geçirdi içinden. İkisi de değildi. Her gerçek gibi biraz can sıkıcıydı, o kadar.
Katedralin hiçbir yerinde tek bir yıkık nokta görmüyordu. Sütunlar görkemli, göz alıcı ve inanılmaz derecede uzundu. Birkaç adımda bir yanan lambalar, gündüz olmasa bile karanlığı unutturacak kadar işlerini biliyorlardı. Tahtanın üstünde sürekli ilerliyorlardı. İskelet ve şahin neredeyse cezbedici bir gezide olduklarını düşüneceklerdi. Sadece biraz azalmışlardı. Duvarlardaki ince işçilik kendine hayran bırakıyordu. Kırık ya da kesik parçalarının taze yası akıllarından bir anlığına siliniyordu. Geceki harabeden eser kalmamıştı. Tepelerindeki turkuaz kubbe ise apayrı bir görsel şölendi.
Şahin pençelerinden tahtaya bağlandığını fark etti. Tek kanatlı hâlinin bile onlara korku verdiğini düşünerek böbürlendi. İskelet, aşağı eğildi. Tıkır tıkır ayak sesleri geliyordu. Kılıç ve kalkanların birbirine çarptığında çıkarttığı sesler biraz yankılanma da eklenince ürpertici oluyordu. Ara vermeksizin yürüyorlardı. Taşıyıcılar tahtanın altındaydılar. Kim olduklarını görmedi. Zemin ayna gibi parlıyordu. Bembeyaz ve tek bir toz zerresi taşımayacak kadar temizdi. Nasıl kimseler bu zemine yansımaz, diye sordu kendine iskelet. Sahip horlayarak uyuyordu. Tahammül edemediler. İskelet, can yakıcı dirsek darbeleriyle devin omzunu dürtüyordu. Uyuyan dev, küfürler savurarak olduğu yerde döndü. İskelet tam vazgeçmişti ki, ummadığı bir şey oldu. Taşıyıcılar katedralin kapısından çıkarlarken devin başını kirişe öyle bir çarptılar ki, haykırarak uyandı. Gözlerini katedralin önünde, havada açtı.
Dev, eliyle iskeletin boyun kemiğini yakaladı. “Neredeyiz, söylesene it oğlu!” diye bağırdı. İskeletin nefesini boğazını sıkarak kesebileceğini düşünüyordu. Yüzünün her yanı epey havadardı halbuki. Boşa uğraştığını anlayınca sırt üstü uzandığı yerden hafifçe doğrularak nereye gittiklerine baktı. Bir bacağının eksik olduğunu fark edebileceği açıyı yakalayamamıştı. Kırmızı kuyruklu şahine bulaşacağı da yoktu. Dev, tahta parçasının üzerinde bir tarafa doğruldukça denge değişiyordu. Öne doğru eğilince taşıyıcılardan hiçbir anlama gelmeyen yakınmalar duyuldu. İskeletin yüzü değişti. Tanıdık gevelemelerdi. Dev tehlikeyi fark edip dümdüz uzandı. Başını geriye doğru eğip arkalarında kalan katedrale baktı. Tüm taşları yerli yerindeydi. Açık kapıdan ve geniş camlardan içeriyi görebildiği kadarı hayret etmesine yetti. Gece üçünün birden aynı yanılgıya düşmüş olması muhtemel gelmiyordu. Şahin gösterişli tek kanatlarını çırpıp havalanamamaktan yorulmuş, öylece sinmişti. İskelet elleriyle tahtaya tutunup olabildiğince eğilerek taşıyıcıları görmeyi umuyordu. Üzerinde durdukları tahta epey kalındı. Taşıyıcılar ise oldukça içeride yürüyorlardı.
Şapele girdiklerine karşılaştıkları manzara tüylerini diken diken etmişti. İskelet ürpermekle kalmıştı. İçeride yüzlerce iskelet vardı. Şapelin içi deri yüzücü iskelete o kadar da korkunç gelmiyordu. Her yanı aynalarla donatılmış bir odada, fakat bir tutam tehlike altında gibiydi, hepsi bu. Tahtanın taşıyıcıları, artık varlıklarının bir şaşırtıcılığı kalmadığından, saklandıkları yerden çıktılar. Tahtayı sertçe yere bıraktılar. Sıkıca bağlı olan şahin hariç diğer ikisi oldukları yerde zıpladı. Şapelin içinde kulaklarını rahatsız eden tiz ayin sesi yükseldiğini yeni fark ediyorlardı. Tavandan inen çürümüş derileri ve oyulmuş, yarısı gagalanmış gözlerin doldurulduğu kapağı açık sandıkları da öyle.
Devin gözleri öyle bir açılmıştı ki, yuvalarından fırlamaları için ufak bir esinti bile yeterdi. Sol bacağının artık olmadığını gördüğünde daha fazla şaşırmadı. Hiçbir şey gerçeğe yakın değildi. Nitekim azımsanmayacak derecede vahşi bir rüyanın kendisiyle alay ettiği açıktı. Çevrede dün geceki başbakanın korumalarına benzeyen birilerini arıyordu. Fakat şapelin içinde vücudunda et olan tek insan kendisiydi. Gerisi yalnızca kemiktendi.
Ayin sesi, iskeletlerin üç deri yüzücüye doğru attıkları adımlarla yükseliyordu. Melez, taş zemin üzerinde emekleyerek aralarına karışmaya çalışıyordu. Tam yeterince kalabalık bir noktada kırıklarına aldırmayıp ayaklanacak ve kimliksizleşecekken durumu anlayan iskeletlerden biri göğüs kemiğine tekmeyi bastı. İskelet, eski yerine kadar uçtu. İlahiler içinde seçilen bir ses, “En çok sen suçlusun,” dedi, kemikten işaret parmakları melezin iskeletini gösteriyordu. Aynı acıyı çektiğini, ne denli büyük olduğunu bile bile yarım asırdır başkalarının da çekmesine izin verdiğini söyledi ses. Kime ait olduğunu anlaşılmıyordu. Git gide yaklaşıyorlardı.
***
Her saat başı bir parçaları kör kılıçlı iskeletlerce kesiliyordu. İyi bileylenmiş olanlar karşı saldırılara tedbir amaçlıydı. Kinli marşlar eşliğinde, intikamı tek nefeste değil kanırta kanırta yapıyorlardı.
Ben kim miydim?
Derisi eti olan bir kemiktim.
Bak bana! Bir ölü kadar kinliyim.
Kemiklerime kuvvet veren nefretim.
Dev, karşısında gördüğü iskeletlerin asırlardır derisini yüzdüğü insanlara ait olduğunu anlayalı epey olmuştu. Sabahın ilk saatlerinden beri şapelin içinde onlara yalvarıyordu. Yeni bir parçalarının kesilme zamanı gelmişti. Kesim işleri saat sekizde devin sağ kulağıyla başlamıştı. Ardından, dokuzda, melez iskeletin sağ elini defalarca çevirerek kırmışlardı.
Çan çalmaya başlamıştı. Öğlen biri vuruyordu. Sıra tekrar şahindeydi. Şapelin camları kana bulanmıştı. Bir önceki sırasında diğer kanadı keskinliğini yitiren dişlerle bir saat boyunca çiğnenerek koparıldı. Şimdi sıra ayaklarından birindeydi. İntikamcı iskelet, şahini sıkıca kavradı. Pençelerinin bağını çözdü. Gövdesinden tutarak diğer iskeletlerden birine pençelerini uzattı. Gövdesinden ve ayağından tutarak şahini zıt yönlere doğru çekmeye başladılar. Gagasını açabildiği kadar açıp uzun zaman bağırdı. Acısı, pençesi iskeletin elinde kalınca son bulacak sandı. Daha fenası kopmuş ayağının üstüne bırakılınca başladı.
 Hüzünlü ilahiler intikam ateşiyle tutuşmuş iskeletlerin birbirine çarpan dişleri arasından söyleniyordu. Böylece anlaşılması olanaksız oluyordu. Seçilen dizeler şunlardı:
“Ey bütün yorgunlar ve yükü ağır olanlar!
Bana gelin, ben size huzur veririm.” diye birbirlerine sesleniyorlardı.
Devin gözlerini oyma fikri, derisi yüzülürken canı en çok acıyan kurbanlarından geldi. Diğerleri gibi derin bir ruh sızısı içindeyken, uykusundayken ya da ölüm döşeğindeyken yüzülmemişti derisi. Gayet aklı başındayken, kaderi yeterince bozuk değilken, yaşamını sürdürmek isterken seçilmişti. Nedenini, nasılını sormaya fırsat bulamadan gövdesinde derin bir kesik açıp derisini kaldırdılar. Şahin o gün öyle açtı ki, can vermeden etinden didiklemeye başlamıştı. Ölmesi uzun saatler sürmüştü. Acı hâlâ içindeydi. Kemikleri arasında zonklayıp duran bir yara gibi onunlaydı.
Saat başını bekleme kuralı çiğnendi. Devin gözlerine taktığı parmaklarıyla tek hamlede yuvalarından ayırdı. Dev, ne olduğunu anlamadan karanlığa düştü. Yerinden fırlayıp koca bedenini duvardan duvara çarpıyordu. Üstelik kulaksız, topal ve körken. İskeletlerin bir kısmı şahinin tüylerini dişleriyle yakalayıp koparırken birkaç iskelet de melezin kalan kemiklerini kırıyorlardı.
Yırtıcı kuşların pençeleriyle avlarına yapışmaları, bu iskeletlerin et koparması yanında masum ve yumuşak bir hareket gibi kalıyordu. En çok acı çekenler toplanmış, devin etini lime lime etmekle meşgullerdi. Sivri parmak uçlarını derisinin altına geçirip çekerek tutabildikleri kadarını koparıyorlardı. İsabet ettirebilen kapıdan dışarı, kuşlara yem olsun diye atıyordu. Dev direniyor, her birinin elinden birkaç saniyeliğine kaçıyordu. Melez iskeletin kırılmadık yeri kalmamıştı. Çoktan her parçası şapelin başka yerine savrulmuştu. Kırmızı kuyruklu şahin, tanınmaz hâldeydi. Onun geçmişte bir kuş olduğunu anlamak için gagasını yerden alıp koparılmış başına ait olup olmadığını denemek gerekiyordu. Dev içinse artık söylenecek hiçbir şey kalmamıştı. Kemik rengi intikamcılar kana bulandı. Şapelin pencerelerine dışarıdan bakan, içeride kuvvetli kırmızı ışığın yandığını düşünebilirdi. 

Yorumlar

Popüler Yayınlar