Koku


Bu öykü Epizot Portal'ın 2. sayısında yayımlanmıştır.
“Al şu mumu yak, korkuyorum.”
Terli evlerden yükselen ekşi kokular gece boyu sokağın midesini kaldırdı. Öğürmeler arasında akşamdan kalma kül, alkol ve sessizlik kokuları, gün ışıklarıyla karşılaşıyor. Gözlerini aralayan kimsenin güne başlayası yok. Evler soğuk birer duş almak istiyor. Lambalar sönüyor. Camlar aralanıyor. Kokuların tamamı sokağa emanet ediliyor. Bir sonraki akşam için eve tekrar davet edilen sessizlik, kendine yakışan sükûnet ile kapıyı çekip çıkıyor.
Memelerindeki ağrı yüzünden yüzüstü yatamayan kadın bütün gece kâbus gördü. Sırtüstü yatınca kötü rüya görüleceği öğrenilen çaresizlikler arasında başı çeker kimileri için. Bu –kimileri, rahatsız edici ihtimallere açık karamsarlıkta zihinleriyle başka bir yol aramazlar zaten. Sokaktaki ekşi kokunun kayda değer kısmının kaynaklandığı evi, rüyalarından sızan tüm hisleri köşelerine sindirmişti. Burnunu parmaklarıyla kapatarak pencereye ulaştı. Kolu çevirdi. Nefes. İçeridekinden farklı değil. Ama yeni.
Teybe yaklaşarak günü asıl başlatan hareketi yapıyor. Tuş. Radyo. Müzik. Fransızca. Danser Encore çalıyor. Dudakları, onların bile fark etmeyeceği ölçüde seğiriyor. Memnun olmuş olmalı. Onun dışında gelişen şeyler onu mutlu ediyor. Çaba harcamadan elde ettiği her şey, bunu kabul etmese de, kalbini okşuyor. Şefkate muhtaç hissedip bu güçsüzlükle rencide olmayı kendinize yediremediğiniz zaman saçlarınıza uzanan elin asıl içinizi okşadığını hissettiğiniz an. Hakkında konuştuğum kadın ne istemişse ve neye çaba harcamamışsa onu elde edecek şansa sahip. Dünya onu hiç muhtaç bırakmamış. Kendisine bile.
Şarkıda sürekli devam eden bir piyano sesi var. Onu bazen uyumsuz, bazen gereksiz buluyor. Kimi zamansa sadece onu dinliyor. Zihninde çırpınan sahnelerde payetli elbiseler, fırfırlı etekler, gece ve yağmur var. Birbirine uyumlu, zarafetle hareket eden ayaklar, siyah beyaz sokakta süzülüyor. Bu sırada kapı çalıyor. Zihninde değil, evde. Kız kardeşi geliyor. Eve attığı ilk heyecanlı adımda görünmez bir duvara çarpıp duruyor. Koku. Bu dansta hüzünlü bir şey var, diye düşünüyor. Sokak göğüsleri birbirine yapışık çiftlerde dolu ama kimse mutlu değil.
İki yıl önce bir bebeği vardı. Elleri arasında titreyen serçe kadar vücudu, sürekli hırçın bir martının çığlıkları arasında kalmış gibi çırpınıyordu. Hatalı çocukların af dileyen bakışlarıyla bakıyordu. Masum. Cılız. Hayata cahil. Yine de korkutan bir şeylere sahipti. Dişleri. Gözleri. Tırnakları. Bir gün kadının göğsünü usulca uzattığı bebeği, gelişim evresine aksi sivrilikte dişleri arasında sıkıştı. Bebek, annesinin memesinin ucunu sıktıkça sıkıyordu. Süt yerine birkaç damla kan geldiğinde kadın çığlıklar içinde kollarını gevşetti. Soğuk beton. Bebek. Kanayan meme ucu. Ağlayan bebek.
Bebek bir yıl sonra kolay açıklanamayacak rahatsızlıklardan birine yakalanıp öldü. Kadın bir daha memesinin üstüne yatamamak, sonsuza kadar kâbus görme ihtimaliyle uyumakla lanetlendi. Kız kardeşi evin kokusunu bununla bağdaştırmaktan hiç vazgeçmedi. Nihayet burnunu alıştırıp yavaş adımlarla evin içinde dolaşmaya başladığında en son ne zaman birlikte duvarlar arasında nefes aldıklarını düşündü. Yolda karşılaştıklarında, ortak tanıdıkların sohbetlerinde ya da yılda bir iki defa korkarak çalan telefonların ucunda birbirlerinden haber alıyorlardı. En son bebek öldüğünde görüşmüşlerdi. Ne demeye onun hakkında bebek diye konuştuğu konusunda bir tartışma başlatan kız kardeşini cenazeden kovmuştu. Şimdi ne olmuştu da böyle çat kapı gelmişti?
Ellerini cebinden ayırmadan dans eden sırılsıklam insanlar arasında yürüyen takım elbiseli adamın dudaklarından süzülen, anlamını bilmediği yabancı dildeki kelimelerin içindeki hüzünleri yakalayıp yutuyordu. Ahşabı sıçratan ayaklar. Bir evin zemini, tanımadığı ya da uzun zamandır görmediği ayakları taşıdığı zaman titrer. Üstelik ahşapsa, bir de eskiyse, inlemelerle rahatsızlığını bildirir. Öyle uzun süre gıcırdadı ki, kız kardeşi parmakları ucunda yükselerek en yakınındaki sandalyeyi çekti. Sandalye de yabancılayıp mızmızlanmasın diye kalçasının ucuyla oturdu.
Omzuna takılı, beline dek inen ince askılı küçük bir çantası sarkıyor. Koyu yeşil kısa çorapları, uzun siyah eteğinin altında zor seçiliyor. Dizleri sallanıyor. Huzursuzca. Ceketinin kollarının terden kollarına yapıştığı belli. Elleriyle kucağında bir poşet saklıyor. Eczane poşetleri kadar küçük. Beyaz, hışırtılı. Yerde bir şey arar gibi gözlerini gezdiriyor evde. Burnunda nefes aldığına dair bir hareket yok ama ağzı aralık.
“Annem öldü.”
Dizleri durdu. Gözleri sabitlendi. Poşetten ses yok. Sokak evin kokusunu emerek bitirdi. Burnundan ciğerlerine derin bir soluk süzülerek girdi. Kadın elleriyle göğüslerinin ucunu yokladı. Bir sızı ya da bir damla kan aradı. Geçen gün kesilen parmağının yarasına baktı. Sonra tüm parmaklarına. Bir yeri çok acıyordu. Sabahın bu vaktinde. Bir şey, kanırtarak yerinden kopuyordu.
Karanlık çöktüğünde açık pencereden eve sızan soğuk, yeşil çoraplı ayakları harekete geçirdi. Poşetten sesler yükselmeye başladı. Saatlerdir kıpırtısız kalan sandalyenin üzerindeki hareketlilik onu da yerinden etti. Teypten aynı ses yükseliyordu. Birbirinden ayrılan ellerin bir daha kavuşmayacağını anlatmaya çalışan tondaki şarkı. Kapı usulca çekildiğinde, söylenmeyenler ile düşünülenler arasındaki savaş başladı. Boynuna sarılsa ağlar mıydı, diye düşünmekten kendini alamadı. Örtülen kapıya doğru atılan adımlar. Karanlık ilerlemekten ve durmaktan korkutuyor. Karanlık nefesten ve nefessizlikten korkutuyor. Karanlık kalabalıkken ayrı, yalnızken ayrı korkutuyor. Mum da yok. Yakacak biri de yok. Birkaç ahşap yakınması. Ev, yine. Ama anne ölünce hiçbir kokunun önemi kalmıyor.
Elif Şeyda Doğan
Mayıs-19

Yorumlar

Popüler Yayınlar